3 Aralık 2011 Cumartesi

Pankreas tamiri

Hastalık sürecinde pankreas, değişen oranlarda hasara uğramıştır. Önce, insülin direnci gelişinceye kadar insülinin fazla salgılanması, sonra gelişen insülin direnci ve en sonunda kanda insülin düzeyi yüksek gibi gözükürken aslında insülin miktarının azalması, bazı olgularda pankreas adacıklarına ve insüline karşı antikor gelişmesi pankreasda hasar oluşturur. Bir musluktan akan suyun taşması sonucu oluşan hasar, musluğu kapatmakla geriye dönmez. Musluğu kapatmazsanız, hasarı düzeltmeye yönelik her girişiminiz de başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Özetle su aktığı sürece hasar devam edecek, fakat su akması engellense bile oluşan hasar kendiliğinden düzelmeyecektir. Bu örnek çok önemlidir. Zira diyabet hastalığında şekeri düzeltmek etkisizdir, dedik. Hastalığın başlangıç noktası olan bağırsaklar düzeltildikten sonra, bu işte aracı olan bağışıklık sistemi düzenlense bile pankreas tamir olmayacaktır. Pankreası tamir etmek için yapılanlar, genel sağlık koruma ve düzeltme prensipleri ile uyumlu ve benzerdir. Bununla birlikte ufak farklılıklara dikkat etmezseniz istediğiniz sonuca da ulaşamayacaksınız.
Burada en önemli faktör, Physiotron ile pankreasın elektromanyetik alanını düzenlemektir. Ayrıca pankreasın enerjisi, optimum hale getirilmelidir. Çip tedavisi de denilen frekans uygulamaları gerekebilir. Ozonterapi ve detoks tedavisi, pankreas hasarı tedavisinde gereklidir. Oksijenden zengin su ve Himalaya tuzu karıştırılmış su, diyette en önemli yeri işgal edecektir. Bunların dışında anti-aging tedavi de yapılmalıdır. 
Omega-3 günde 12 gram civarında alınmalıdır. Magnezyum 500 mg/gün, folik asit 400 mcg/gün, B1 vitamini 2-3 mg/gün, B2 vitamini 2-3 mg/gün, B6 vitamini 1-2 mg/gün, B12 vitamini 2-3 µg/gün, Biotin 100-300 µg/gün, sebze ve meyve konsantreleri, konjuge linoleik asit 3000 mg/ gün ve Noni juice 100 ml/gün dozlarında tedavide yer bulur. Hücreler asidik ortamda iseler ortamın asiditesini düzeltmek için gerekenler yapılmalıdır. Sağlıklı su, Himalaya tuzu, kalsiyum ve magnezyum, limon suyu önerilir.

Bağırsaklar ve bağışıklık sistemi

Diyabet hastalığında bugüne kadar en çok ihmal edilen konu, bağırsaklar ve bağışıklık sistemidir. Son yıllarda diyabet hastalığında aşı geliştirme çalışmaları devam etmektedir.  Aşı, bağışıklık sistemini düzenleyecektir. Eğer bağışıklık sistemi düzgün çalışırsa sorun kalmayacaktır. Bağışıklık sistemini durumu, CRS ile tespit edilmektedir. Bağırsakların durumu da görülmektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda bağırsak geçirgenliğinin bozulduğu tespit edilmiştir. Bunun sonucunda sadece diyabet hastalığının ortaya çıkışı değil, kansere varıncaya dek pek çok kronik hastalığın ortaya çıkacağı zemin hazırlanmaktadır.  
Bağırsaklar, bebeklik çağından itibaren emilen anne sütü ile koruma altına alınır. Fakat annenin sütünün kalitesi ve miktarı yetersiz ise ve anne sütü yerine başka hayvan sütleri veya mamalar kullanılıyorsa, bebek 6 aydan kısa süre emdiyse bağırsakların korunması tam olmaz. Bu sorun, sonucunu hemen göstermez. Yıllar sonra kronik hastalıkların ortaya çıkmasını sağlayacak alt zemini oluşturur.
Karbohidrattan zengin ve rafine gıdalar, deterjanlar dahil çeşitli toksinler ve antibiyotikler normal bağırsak florasını bozarlar. Sonuçta zararlı bakteriler ve mantarlar üreyerek, patojenlerin oranı % 15’ten % 80’e çıkar. Bunlar da bağırsakların koruyucu tabakasını zarara uğratarak bağırsak geçirgenliğini artırır. Yeteri kadar sindirilmemiş yiyecek maddeleri ve toksinler kan dolaşımına geçer. Bağışıklık sistemi, normalde vücut içinde olmaması gereken bu maddeleri tespit ettiğinde, düzgün çalıştığı takdirde, antikorlar üretir. Bu antikorlar, antijenik yapıları yok ederken, dokularda benzeyen antijenlere de saldırılar. Bağışıklık sistemi kendi dokularını tahrip etmeye başlayınca otoimmün hastalıklar denilen pernisiyöz anemi, romatoid artrit, haşimoto tiroidit, ülseröz kolit, astım vb. hastalıkların gelişimine neden olur.   
Eğer bir diyabet hastasında amaç kan şekerini düşürmek değil, hastalığı tedavi etmekse, mutlaka hastalığın başlangıç noktası olan bağırsaklar düzeltilmelidir. Burada tabi ki beslenme çok önemlidir. Un ve şekerin olmadığı, sebze, meyve, et ve yumurta gibi doğal gıdaların yer aldığı bir diyet bağırsak florasının koruyuculuğunu bozmaz. Turşu, gerçek yoğurt, şarap, boza, sirke vb. fermantasyon ürünleri bağırsak florasında bulunan probiyotikleri artırırlar. Takviye olarak probiotikler, prebiyotikler ve enzimler verilmelidir. Enzimler, sindirimi tamamlayarak kana geçen sindirilmemiş gıda oranını azaltırlar. Probiyotikler ise, yiyeceklerin hazmını kolaylaştırır ve bağırsak duvarını zararlı maddelerden korurlar. Bağırsak geçirgenliğini azaltarak zararlı maddelerin kan dolaşımına geçmesini engellerler. Probiyotikten en zengin gıdalar anne sütü ve kefirdir. Pastörizasyon ise gıdalardaki probiyotikleri büyük ölçüde tahrip eder.
Liflerin diyetteki miktarı artırılır. Himalaya tuzlu suyu karıştırılmış sağlıklı su günde 3-5 litre içirilir. Rektal ozonterapi uygulamada fayda vardır. Physiotron ile elektromanyetik alan düzenlemesi yapılmalıdır. Bu yaklaşımlar bağırsaklarda kan dolaşımını düzenler. Klorofil günde 2 tatlı kaşığı içirilmelidir. Kolon hidroterapi, ehil eller tarafından yapılmalıdır. Bu lavman veya bağırsaklara su verme ile karıştırılmamalıdır. Özel cihazlar ile yapılan, zahmetli bir işlem olup, öncesinde ve sonrasında farklı uygulamalar yapılmalıdır. Bağırsaklar düzgün bir şekilde tedavi edilirse, diyabet hastalığının gerçek tedavisi için gerekli ilk adım atılmış olur. Bağırsaklar düzeltilmezse, bağışıklık sistemi aşı ile güçlendirilse bile sonuç alınamayacak ve sorunlar tekrarlayacaktır. 
Bağırsaklar düzeltildikten sonra, sıra bağışıklık sistemini düzenlemeye gelecektir. Bu noktada günde 10 gram omega-3, 360 mg bioflavonoidli C vitamini ve 350-500 mg Magnezyum mutlaka gereklidir. Major ozonterapi ile birlikte minor ozonterapi, mutlaka Physiotron uygulaması ile birlikte yapılmalıdır. Oksijenden zenginleştirilmiş su günde 1 litre içirilmelidir. D vitamini takviyesi çoğu olguda gereklidir. Detoks programlarının tedaviye monte edilmesi planlanmalıdır. Fakat bu detoks planı gazetelerde okuyup televizyonlarda dinlediğiniz sebze, meyve suyu içmek ve lavman yapmak değildir. 

Yol haritası

Şeker hastalığında başlangıçta hiç bir şikayet olmayabilir. Bu nedenle çok değerli bir süre boşa geçer. Kişiler, beslenmedeki hatalarının farkına varamazlar ve aynı yanlış beslenmeye devam ederler. Hatta kendilerini çok daha enerjik hissettikleri için yanlış beslenmelerini artırırlar. Halbuki bu dönemde doğru beslenmeye başlasalar, diyabet hastalığı ortaya çıkmadan kaybolacak ve kişi hiç bir zaman hasta olacağını bile bilmeden yaşamaya devam edecektir. Bu dönemde ancak kişi, risk faktörlerini biliyorsa veya her hangi bir nedenle gittiği doktor bu konuda bilgiye sahip ve şekerin varlığı veya yokluğunu gösterme niyeti taşıyorsa, önlem alınabilir. Bu dönemde yapılan sabah açlık kan şekeri şekeri ölçümünden sonuç alınmaz. HbA1C ölçümü de normal sonuçlanacaktır. Bunun bir adım öncesi öğleden sonra tokluk kan şekeri ölçümüdür. Bu ölçüm ile tanı konulması gereken zamandan 3-5 yıl önce tanı konabilir. Aslında bu sırada açlık ve tokluk insülin düzeyleri ölçümü, tanı koymada 2-3 yıl daha kazandırır. Benim kullandığım metabolizmayı gösteren CRS cihazı ile daha şeker hastalığı olasılığı olmadan 10 yıl önce metabolizma bozukluğu tanısı konarak beslenme düzeltilebilir. Kilo fazlalığı varsa, kilo vermeye yönelik tedbirlerin uygulanması ve vitamin, mineral takviyesi genelde yeterlidir. Sağlıklı suya Himalaya tuzu konularak her gün 3 litre içmesi önerilir.

Bu değerli dönem farkında olmadan geçirilirse kişide yorgunluk, halsizlik, ağız kuruluğu, çarpıntı, baş dönmeleri, görme bozuklukları ve kadınlarda cinsel bölgede kaşıntı yakınmaları başlayacaktır. Bu yakınmalar ile gidilen doktor tarafından şeker yüksekliği saptanacaktır. Hemen şeker hastalığı tanısı koymamak gerekir. Öncesinde kan şekerini yükselten hormonal hastalıklar vb. olmadığı gösterilmelidir. Şekeri yükselten diğer hastalıkların olmadığı gösterildikten sonra, diyabet hastalığı tanısı konabilir. İnsülin direnci değerlendirilmelidir. Kişilerin % 80’i şişmandır. Bu nedenle tanı konar konmaz mutlaka kalorisi düşük bir diyet uygulanmaya başlanmalıdır. CRS ile ölçüm yapmak çok değerli bilgiler vermektedir. Karbonhidratlardan düşük ve mikrobesinlerden zengin diyet uygularken vitamin, mineral, antioksidan ve omega-3 takviyesine de başlanmalıdır. Bağırsak alışkanlığı için lifler bölümünde anlattığım test uygulanmalı ve lif takviyesi de planlanmalıdır. Fiber tozları faydalıdır. Sabah kahvaltısı yapmıyorsa, mutlaka kahvaltı yapması sağlanmalıdır. Metabolik asidoz söz konusu ise süt ve süt ürünlerini beslenme listesinden çıkartıyorum. Unlu gıdaları ve hamur işlerini kısıtlıyorum. 3 veya 6 öğün yeme planı kişiden kişiye göre değişmektedir. İnsülin direnci yüksek ve obez olan kişilerde 3 ana ve 3 ara öğün beslenme planı uygundur. Fakat karaciğerdeki glikojen depolarının boşalmasını sağladığı için hipoglisemi nöbetlerine de yatkınlık sağlar. Bu nedenle uzun süre uygulanmasını önermiyorum.
Diyabet hastalarında uzun vadede organların harabiyeti ile ilgili sorunlar ortaya çıkar. Bunlar kalp ve damar hastalıkları, böbrek yetmezliği, gözün retina tabakasında zarar, sinirlerde harabiyet ve özellikle alt uzuvlarda dolaşım bozukluğu ve gangrene kadar giden yaralardır. Normalde tanı konduktan yıllar sonra ortaya çıkan durumlar olmalarına rağmen, çoğu zaman hasta, kronik komplikasyon dediğimiz bu görme kaybı ve ayakta yanma şikayetleri ile doktora başvurur. Hatta böbrek hastalığı bile başlamış olabilir. Bu evrelerin her birinde amaç, gene şekeri düşürmek olmamalıdır. Şekeri yükselten sebepleri tedavi etmeye odaklandığınızda kan şekeri de tedricen azalacaktır. Kronik komplikasyonlar başlayınca bu sorunları gidermek için gerekli tedavi de başlatılmalıdır. Buna paralel olarak beslenme planında da değişim gerekecektir. Böbrek tutulumu olduğunda protein oranı azaltılmalıdır. Nöropati denilen komplikasyon oluştuğunda B vitaminleri ve omega-3 dozu daha da artırılmalıdır. Oksijenden zenginleştirilmiş su içirilmelidir. Magnezyum tedavi ve beslenme planının en başında yer alan öğe olmalıdır. Komplikasyonlar geliştiğinde bu mineral ve vitamin takviyeleri daha önem kazanır.
Beslenme planı içinde yer almasa bile, ozon tedavisinin özellikle diyabetik ayak başta olmak üzere yaralarda çok fayda sağladığını söylemem gerekir.







Tedavi öncesi                                                 Tedavi sonrası

Diyabet hastalarında mutlaka ihmal edilmemesi gereken ana nokta, Physiotron ile elektromanyetik alanı düzenlemektir. Nefropati denilen böbrek sorunları ve diayabetik yaralarda çok fayda sağlar. Dolaşımı düzenlemesi nedeniyle diyabetik hastaların her evresinde faydalıdır. Hem yeni başlayan, hem de eski başlangıçlı diyabet hastalarında uygulabilir. Biraz sonra bahsedeceğim pankreas tamiri ve bağırsak zarı geçirgenliğinin bozulması durumunda da tek etkin silahımızdır.

                                               Diabetik ayak
Tedavi öncesi                         Physiotron ile tedavi sonrası

CRS ile vücudun gereksinimlerini tespit edip metabolizmayı değerlendirdikten sonra;

-Eksik olan mikrobesinleri (vitamin, mineral, antioksidan, fitokimyasal) vermek
-Lif takviyesi yapmak
-Himalaya tuzu ilave edilmiş sağlıklı suyu içirmek
-Physiotron ile elektromanyetik alan düzenleme
-Bağırsakların durumuna göre uygun girişimler
-Major ozon terapi
-Minor ozon terapi
-Ozon sauna,
yapılması tedavisi olmadığı zannedilen diyabet hastalığında; sizi  amacınıza ulaştıracaktır.
 
Physiotron ile tedavi basittir.

Değişik evrelerde farklı beslenmeler

Hastalık, bir evreden ibaret değildir. Kan şekerinin yükselmesi, sadece şekerin varlığına değil, aslında şeker ve insülin arasındaki etkileşimin sonucuna bağlı bir durumdur. 
Pankreasdan en fazla insülin salgılatan madde, şekerdir.İnsülin salgılayan bez olan pankreasda da insülin direnci geliştiği için insülin miktarı artmasına rağmen, artık aynı miktarda kan şekeri düzeyi, aynı miktarda insülin salgılatamaz. Aynı şekerle az insülin salgılanmaya başlayınca kan şekeri gittikçe yükselir. Bu durumda haklı olarak gıdalarla alınan şeker azaltılıp, kan şekeri düşürülse bile, insülin direnci çözülmediği sürece, daha az insülin salgılanacağı için beklenen durum belki de olmayacak ve şekerli gıdalar azaltılsa bile kan şekeri yükselecektir. Bu durumda ağızdan alınan şeker ilaçları da kısa süre içinde etkisini kaybedecek ve insülin kullanımı gerekecektir. Bu bahsettiğim durum, ne yazık ki hep göz ardı edilen ve hastaya yeterli zaman ayrılmadığı için gözden kaçan bir durumdur. Fakat bunun tersi de doğrudur. Yani şeker arttıkça önceleri artan insülin düzeyleri, kişiden kişiye göre değişen, belli bir yüksekliğe eriştikten sonra, kan şekeri artsa bile, azalmaya başlayacak ve kan şekeri daha hızlı artacaktır. Her iki durumu da önceden bilme olanağı olmadığı için karbonhidratları azaltmak mantıklı bir yaklaşımdır. Gıdalarla alınan karbonhidratları azaltmanın gerekli ama yeterli olmadığı bu safhada yapılacak en doğru hareket; krom, magnezyum ve omega-3’ü yüksek dozlarda, manyetik alan uygulaması ile vermektir. Karbonhidratları azaltmak dolayısı ile vitamin ve lifleri de azaltacaktır. Bunların da başka problemlere yol açması muhtemel olduğundan, ortaya çıkacak bütün sorunlar diyette karbonhidratların azaltılmasına bağlanır. Bu nedenle düşük karbonhidratlı diyetler eleştirilir. Oysa sorun her zaman makro ve mikro arasındaki dengenin bozukluğudur.
Başlangıçta yağ dokusunda insüline karşı direnç olmadığından fazla şeker, yağ olarak depolanır. Kişilerin kilo alması artar. Eskiden kolay kilo verirlerken, artık kilo veremiyorlardır. Elma tipi şişmanlık denen göbekte yağlanma olur. Lipid profili bozukluğu saptanır. İnsülin direnci geliştikçe trigliserid düzeyi yükselir. Bu devrede kilo alma arttığı için daha uzun süreli bir kilo verme programı yanında, insülin direncini düzeltme tedavisi de yapılmalıdır. İnsülin düzeyi fazla olmasına rağmen etkisiz hale geldiğinden, insülin eksikliği belirtileri ortaya çıkar. Kanda serbest yağ asitleri artar. Kalorisi düşük, besin değeri yüksek gıdalar fazla yenilirse, kilo almaya neden olmadıkları gibi metabolizmanın daha iyi çalışmasına yardım edecek ve mevcut insülin direnci düzelecektir.
Kaslarda da insülin direnci başladığında şekerin kas hücrelerine girişi bozulacak ve bu da halsizliğe ve yorgunluğa neden olacaktır. Bu devrede Co-Q10 ve karnitin tedaviye eklenirse fayda sağlar. Bu devrede egzersizler de artık eskisi kadar kan şekerini düşürmede etkili olmayacaktır. Hipertansiyon saptanacaktır.
Karaciğerde insülin direnci geliştiği zaman glikojen sentezi ve depolanması azalır. Glikoz yapımında baskılanma görülmez. Sabah açlık kan şekerleri yüksek çıkar.
Aslında şeker hastalarında hastaları hayrete düşüren değişik tablolar görülebilir. Bunları şu şekilde gösterebiliriz. Sabah açlık ve tokluk kan şekeri yüksek olanlar, açlık kan şekeri düşük ve tokluk kan şekeri yüksek olanlar ve açlık kan şekeri yüksek ve tokluk kan şekeri düşük olanlar.
Tokluk kan şekerinin yüksek olması insanları fazla şaşırtmaz. Açlık kan şekerinin yüksek olması da şaşırtmaz ama açlık kan şekeri yüksek iken tokluk kan şekerinin düşük çıkması hastaları hayrete düşürür. Aslında şaşıracak bir şey yoktur. Gerçekte kan şekerinin yükselmesi birbiriyle ilgisiz gibi duran ama ilgili mekanizmaların sonucudur. Sabah açlık kan şekerinin yükselmesinde insülin eksikliğinin rolu olsa bile esas sorumlu hormonlar, glukagon, kortizol ve growth hormondur. Karaciğer sağlıklı olduğu müddetçe bu hormonlara yanıt verecek ve glikoz yapılacaktır. Yapılan bu glikoz da kana verilecektir.  Karaciğer görevlerini yapamaz duruma geldiğinde sabah açlık kan şekeri düzeyi azalmaya başlar. O nedenle diyabet hastasında beklenenin dışında sabah açlık kan şekeri düşer veya gün içinde hipoglisemi ortaya çıkarsa bu karaciğerin yetersizliğe gittiğinin göstergesidir.
Tokluk kan şekerinde sorumlu olan faktör ise insülin eksikliği veya direncidir. Dolayısı ile yemekten sonra kan şekerinin yükselmesi insülin eksikliğinin göstergesidir. Aksine diyabet hastalığında alınan karbonhidratlara uygun veya fazla insülin salgılandığı düşünülmez.  Dolayısı ile tokluk kan şekerinin düşmemesi gerekir. Burada bilinmesi gereken bilgi şudur. İnsülin böbreklerde parçalanan bir hormondur. Böbrek yetersizliği geliştikçe insülin parçalanması azalır ve sonuçta kanda insülin miktarı artmaya başlar. Bu da tokluk kan şekerinin düşmesine sebep olur. Bu durumda sabah açlık kan şekeri de bir süre sonra düşmeye başlar.
Poliüri denilen çok idrara çıkma, idrar ozmolaritesinin arttığını yani yoğunluğunun fazla olduğunu gösterir. Eğer bir diyabet hastasında idrar çıkma artar ve kişilerin görünür bir neden yokken su içmesi artarsa, kan şekerinin ve ozmolaritesinin yüksek olduğunu anlarız.  Bu, hiperozmolar komaya giden durumdur. İçilen su miktarını artırmak, olayın şiddetini azaltmak ve ertelemekten öteye gitmez. Gerekli olan bu çözüm yolu, yeterli değildir. İnsülin eksikliği olduğu için, kullanılıyorsa insülin dozunu artırması, kullanılmıyorsa insüline başlaması önerilir. İnsülin etkisini artıran mineraller ve vitaminler verilmelidir.
Diyabet hastasının zayıflaması da insülin eksikliğinin işaretidir. Mutlaka insülin verilmeli ve gene insülin etkisini artıran mikrobesinler verilmelidir.
Omega-3, fındık, konjuge linoleik asit içeren mandra ürünleri, lifli besinler, tarçın ve kafein insülin direncini iyileştirmede kullanılırlar


Kalorinin ve makrobesinlerin öğünlere bölünmesi

9- Öğünlerde alınan kalori, kişinin günlük faaliyetine göre düzenlenmelidir. Sabahtan itibaren yoğun çalışanlarda; kalorinin % 35’inin kahvaltıda alınmasını öneriyorum. Kalorinin öğle % 25, akşam % 15 ve ara öğünlerde de % 5-10’unun alınması en iyisidir. Bu oranlar, hastanın durumu ve çalışma saatlerine göre değişebilir. Sabahları inaktif ve en aktif olduğu saatler öğleden sonra ise günlük kalorinin % 35’ini öğle yemeğinde almasını öneririm. Sabah ve akşam kalorinin % 20’sini, ara öğünlerde gene % 5-10’unu almasını öneririm. Buna bağlı olarak insülin doz ve zamanları da değişebilir.
10-Her öğündeki protein, yağ ve karbonhidrat miktarı kişinin günlük faaliyetine göre düzenlenmelidir. Aktif çalışma saatlerini göz önüne alarak, sabahtan başlayarak yoğun çalışanlarda öğünlerde önerdiğim karbonhidrat, yağ ve protein yüzdelerini aşağıda tabloda veriyorum.


Kahvaltı
Öğle yemeği
Akşam yemeği
Karbonhidrat
% 55
% 30
% 20
Protein
% 20
% 40
% 50
Yağ
% 25
% 30
% 30

CHO’dan zengin
Düşük CHO
Yüksek protein
CHO : Karbonhidrat

Gıdaların özellikleri

1-Organik gıda alıyor muyuz?
2-Taze gıda alıyor muyuz?
3- Gıdaları saklama koşulları uygun mu? Buzdolabında uygun sıcaklıkta bir kaç gün bekleyebilir. Derin dondurucuda bir kaç ay bekleyebilir. Fakat sararmış, solmuş, buruşmuş gıdalar fayda sağlamayacaktır.
4-Vitamin kaybı olmamasına dikkat edilmeli. Suda eriyen vitaminler sıcaklıkta, ışık altında ve suyun içinde vitaminlerini kaybederler. Güneş altında ve sıcaklıkta bekletilmemeli. Yeşillikler kesilirken geniş aralıklarla kesilmeli. Mümkünse bıçak kullanmadan doğranmalı. Uzun süre suda bekletilmemeli. Lahana, pırasa gibi kabuklu sebzelerin son katmanı çıkartılmalı. Akan suda çamur ve pisliğin gitmesi sağlanmalı.
5-Sebzeleri çiğ olarak yemek mümkünse, çiğ tercih edilmeli. Kaynar suya atıp 1-2 dakika bekletip almak, buharda pişirmek tercih edilen yöntemler olmalı. Sebzeler tamamen yumuşayana kadar pişirilmemeli. Sertliklerini muhafaza etmelerine izin verilmeli. Sebze çorbaları hazırlanabilir. Zeytinyağlı yiyeceklerde sebze pişirildikten sonra zeytinyağı son aşamada ilave edilmeli. Tencere yemekleri yaptığınızda her sebzeyi hissetmelisiniz. Bulamaç haline getirmemeli.
 6- Yemeği her ısıttığımızda kalori değeri azalmaz ama mikro besinlerin, vitaminlerin miktarı azalır. Sonuçta zaten iyi olmayan dengeyi daha çok bozmuş olacağız. Bu nedenle yemeği mümkünse tek öğünde bitecek şekilde yapmalı. Daha fazla miktarda yapmışsanız, son pişirimlik bir kaç dakika eksik kalmalı ve sadece yenecek kadarı ısıtılıp yenilmeli. Yani bir yemek bir yapım aşamasında, bir de son yemek aşamasında ısıtılmalı ve 3. defa ateş üzerine konmamalıdır. Pişmiş gıdaları da buzdolabında uygun koşullarda saklasanız bile 3 gün içinde tüketmenizde fayda vardır.
7- Mümkünse, sabah kahvaltısını erken yapın. Zira sabah 8.00 dan önce kahvaltı yaparsanız, hem kan şekeriniz düşmeyecektir, hem de düşmeye başlayan kan şekerini yükseltmek için hormonlar devreye girmeyecek ve sizi güne hazırlayan hormonlar ise gerektiği kadar devreye girecektir. Dolayısı ile ideal kahvaltı saati 6.00-7.00 dir. Bu durum özellikle insülin kullanan hastalarda çok daha belirgindir. Kişide her şey aynı kaldığı halde, sabah kahvaltı saatini öne alma gibi basit bir düşünce dahi, kan şekerinizin düzenlenmesinde fayda sağlayacaktır. Ben bu durumu sabah işe başlama saatinden önce veya sonra uyanmaya benzetiyorum. Her ikisinde de uyanıyor, giyiniyor, kahvaltı ediyor, evden çıkıyor ve otobüse biniyor ve işe gidiyorsunuz. Sadece birinde işten atılıyorsunuz. Bilin bakalım, hangisinde?

8- Sabah kahvaltınızı yaptınız. Kullandığınız insülin cinsi ve miktarına göre 2 saat sonra ara atıştırma gerekecektir ve zorunlu denebilir. İnsülin kullanmayan, sadece ağızdan şeker hapı kullanan kişilerde ise bu zorunlu değildir. İsteğe de bırakılmaması gerekir. Kişinin karaciğerdeki glikojen depoları dolu ve düzgün çalışıyor ise, bunu korumak önemlidir. Sık yemek bu düzeni bozacağından önerilmez. Bozulmuş olan bu düzeni tekrar kurmak; şeker regülasyonunu, ani şeker düşüşlerini ve hipoglisemi nöbetlerini engellemek bakımından önemlidir. Bunu sağlamak için çaba sarf etmek gerekir. Sabah kahvaltısında glisemik indeksi yüksek gıdaları yememek, aksine proteinden zengin gıdaları tüketmek (yumurta gibi) iyi olacaktır.
Karaciğerdeki şeker deposu, ancak 4-6 saat dayanabileceği için yemek saatlerinde bu durum göz önünde tutulmalıdır. Ara öğün alsa bile en geç 14.00 da öğle yemeği yenilmelidir. Ara öğün olarak, 2-3 saat sonra glisemik indeksi düşük bir veya iki porsiyon meyve önerilir. Akşam yemeği de 19.00-20.00 da yenilmelidir. 22.00 civarında salatalık, nane ve sarımsakla hazırlanmış 150 ml cacık içilmesi, tercih ettiğim bir durumdur. 


Vitamin, mineral ve diğer mikrobesin gereksinimleri

Doğru yapıyorum zannıyla, en çok yanlışların yapıldığı konu, vitaminler hakkındadır. Serinin ikinci kitabı olan “Beslenmenin kırmızı kitabı-Siz yediklerinizsiniz-Mikrobesinler” adlı kitapta ayrıntılar mevcuttur. 
Diyabet hastaları, normal kişinin vitamin ve mineral gereksiniminin 2-3 kat daha fazlasına ihtiyaç duyarlar. Zaten bu gereksinim karşılanmadığı için kişilerin metabolizması bozulmakta ve bu da kan şekeri yüksekliği şeklinde kendisini göstermektedir. Bir başka deyişle kişilerde vitamin ve mineral eksikliği olmasaydı, diyabet olma olasılığı çok daha az olacaktı. O halde yapılacak olan, bu eksikliği tamamlamaktır. İşte tam bu noktada bir başka yanlış devreye girmektedir. Çoğu kişi, eğer alıyorsa, aldığı vitamin ve mineralleri başkasının aldıkları ile kıyaslamaktadır. Oysa o kişinin ihtiyaçları farklı olabilir. Doğru beslenme derken kastettiğimiz zaten budur. Sizin aldığınız normal, hatta başkasına göre fazla gibi gözüküyorken, gerçekte sizin için az olabilir. Eğer diyabet hastası iseniz zaten kesinlikle bu böyledir. Hatta siz diyabet hastası olmasanız bile, yakınlarınızda diyabet varsa, siz genetik olarak vitamin ve mineral eksikliklerine karşı daha duyarlı olabilirsiniz. Sonuçta aldığınızın 2 katı kadar vitamin almanız gerekecektir. Bu noktada, bir hata daha ortaya çıkmaktadır. Çoğu kişi sebze ve meyvelerde yeteri kadar vitamin, mineral ve mikrobesin aldığını düşünmektedir. Oysa lifler konusunda incelediğimiz gibi, gıdalarla yeteri kadar vitamin alma şansımız artık yoktur. Diyabet hastalarında alınması gereken vitamin ve mineral ihtiyacı daha fazladır. Bir de kalori kısıtlamasına gittiğinizde alınan mikrobesinler daha da azalmaktadır. Oysa sadece kalori kısıtlaması yapmak gerekiyordu. Mikrobesinleri azaltmak istemiyoruz ki, tersine artırmak istiyoruz. Diğer bir deyişle gıdalar ile aldığınız mikrobesin/kalori oranını artırmak istiyoruz. Bu oran sabit olduğu için, kaloriyi azaltırken istemesek de mikrobesinlerin alınımını da azaltıyoruz. Lifler konusunda gördük. En az 10 gram, hatta bazı durumlarda 20 gram lifi dışardan vermek durumunda kalmaktaydık.

Ne yapılması gerektiğine karar verdiniz mi?
Vitamin, mineral ve diğer mikrobesinler için dışardan takviye almanız gerekmektedir. Bu noktada bir kaç ön yargı daha ortaya çıkmaktadır ki, bunları serinin ikinci kitabında ayrıntılı olarak anlattım. Organik ve ekolojik besinlerden üretilen doğal vitaminleri tercih etmekte fayda vardır. Birçok kişi doğal vitamin kullanıyor ama bu vitaminler organik değil. Bir kısım insan ise sentetik vitamin kullanıyor ve sonuçta yarar görmeyebiliyor. Örnek olarak C vitamini alacaksanız “Her madde çevresiyle bütündür.” ilkesi uyarınca bioflavonoidlerden zengin C vitamini almak gerekir. Dozları çok önemli. Ayrıca vitaminlerin tek başlarına etkili olmalarını beklemek doğru değildir. Mutlaka diğer vitaminler ve mineraller ile beraber alınmaları gerekir. Çünkü bunların her biri, sistemin bir yerinde görevlidir. Bunun örneğini şöyle verebilirim. Bir bankanın kasasında değerli evraklarınız var ve onları gidip alacaksınız. Anahtarı da siz de var. Hadi gidip alın. Alamıyor musunuz? Neden? Banka mı kapalı? Peki banka açıldı. Şimdi alın. Gene alamıyorsunuz. Kasa dairesine giden kapının açılması gerekir. O kapı da açıldı, diyelim. En son sizin kasanızın bulunduğu odanın kapısının açılması gerekir. Bu kapı da açıldı ve kasanız karşınızda. İşte şimdi, sizin o ana kadar işe yaramayan anahtarınıza gerek duyuldu. İşte vitaminlerde de durum böyledir. İsterseniz bir sürpriz daha yapalım. Kasanızı açtınız. Kasanızın içine kilitli bir çanta koymuşsunuz. Eğer o anahtar yoksa bütün emekler boşuna gitti. Gene evraklarınızı alamadınız. Aldığınız vitamin boşa mı gitti? Öncesinde ve sonrasında başka vitaminleri de almanız gerekir. Yapılan çalışmaların sonuç vermemesi veya birbirine ters sonuç vermesinin nedeni budur. Bir vitaminle etkili olundu deniyorsa benim tepkim “tesadüfen” olduğudur. Sonuçta vitamin ve mineraller etkili veya etkisiz densin, tek kullanılan vitaminler ile sonuç alınmasını beklemem. Multivitamin preparatları fayda sağlayacaktır. Bunları bir temel olarak kabul ediyor ve üstüne her vitamini ayrı ayrı, kişinin ihtiyacına göre planlıyorum. Kişiler fazla tablet alıyor gibi gözüküyorlar. Benim çözümüm çok basit. Zaten bu tabletlerin içinde raf ömrünü uzatmak için kullanılan kimyasallar yok. Tatlandırıcı, reklendirici maddeler yok. Sebze ve meyvelerin özlerinden elde edilmiş maddeler olduklarından isteyenlere ezdiriyor ve yediği her kaşığın içine bir tablet özü koyuyorum. Sonuçta ne kadar fazla yediklerini ve ne kadar az tablet kullandıklarını görüyorlar.