3 Aralık 2011 Cumartesi

Pankreas tamiri

Hastalık sürecinde pankreas, değişen oranlarda hasara uğramıştır. Önce, insülin direnci gelişinceye kadar insülinin fazla salgılanması, sonra gelişen insülin direnci ve en sonunda kanda insülin düzeyi yüksek gibi gözükürken aslında insülin miktarının azalması, bazı olgularda pankreas adacıklarına ve insüline karşı antikor gelişmesi pankreasda hasar oluşturur. Bir musluktan akan suyun taşması sonucu oluşan hasar, musluğu kapatmakla geriye dönmez. Musluğu kapatmazsanız, hasarı düzeltmeye yönelik her girişiminiz de başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Özetle su aktığı sürece hasar devam edecek, fakat su akması engellense bile oluşan hasar kendiliğinden düzelmeyecektir. Bu örnek çok önemlidir. Zira diyabet hastalığında şekeri düzeltmek etkisizdir, dedik. Hastalığın başlangıç noktası olan bağırsaklar düzeltildikten sonra, bu işte aracı olan bağışıklık sistemi düzenlense bile pankreas tamir olmayacaktır. Pankreası tamir etmek için yapılanlar, genel sağlık koruma ve düzeltme prensipleri ile uyumlu ve benzerdir. Bununla birlikte ufak farklılıklara dikkat etmezseniz istediğiniz sonuca da ulaşamayacaksınız.
Burada en önemli faktör, Physiotron ile pankreasın elektromanyetik alanını düzenlemektir. Ayrıca pankreasın enerjisi, optimum hale getirilmelidir. Çip tedavisi de denilen frekans uygulamaları gerekebilir. Ozonterapi ve detoks tedavisi, pankreas hasarı tedavisinde gereklidir. Oksijenden zengin su ve Himalaya tuzu karıştırılmış su, diyette en önemli yeri işgal edecektir. Bunların dışında anti-aging tedavi de yapılmalıdır. 
Omega-3 günde 12 gram civarında alınmalıdır. Magnezyum 500 mg/gün, folik asit 400 mcg/gün, B1 vitamini 2-3 mg/gün, B2 vitamini 2-3 mg/gün, B6 vitamini 1-2 mg/gün, B12 vitamini 2-3 µg/gün, Biotin 100-300 µg/gün, sebze ve meyve konsantreleri, konjuge linoleik asit 3000 mg/ gün ve Noni juice 100 ml/gün dozlarında tedavide yer bulur. Hücreler asidik ortamda iseler ortamın asiditesini düzeltmek için gerekenler yapılmalıdır. Sağlıklı su, Himalaya tuzu, kalsiyum ve magnezyum, limon suyu önerilir.

Bağırsaklar ve bağışıklık sistemi

Diyabet hastalığında bugüne kadar en çok ihmal edilen konu, bağırsaklar ve bağışıklık sistemidir. Son yıllarda diyabet hastalığında aşı geliştirme çalışmaları devam etmektedir.  Aşı, bağışıklık sistemini düzenleyecektir. Eğer bağışıklık sistemi düzgün çalışırsa sorun kalmayacaktır. Bağışıklık sistemini durumu, CRS ile tespit edilmektedir. Bağırsakların durumu da görülmektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda bağırsak geçirgenliğinin bozulduğu tespit edilmiştir. Bunun sonucunda sadece diyabet hastalığının ortaya çıkışı değil, kansere varıncaya dek pek çok kronik hastalığın ortaya çıkacağı zemin hazırlanmaktadır.  
Bağırsaklar, bebeklik çağından itibaren emilen anne sütü ile koruma altına alınır. Fakat annenin sütünün kalitesi ve miktarı yetersiz ise ve anne sütü yerine başka hayvan sütleri veya mamalar kullanılıyorsa, bebek 6 aydan kısa süre emdiyse bağırsakların korunması tam olmaz. Bu sorun, sonucunu hemen göstermez. Yıllar sonra kronik hastalıkların ortaya çıkmasını sağlayacak alt zemini oluşturur.
Karbohidrattan zengin ve rafine gıdalar, deterjanlar dahil çeşitli toksinler ve antibiyotikler normal bağırsak florasını bozarlar. Sonuçta zararlı bakteriler ve mantarlar üreyerek, patojenlerin oranı % 15’ten % 80’e çıkar. Bunlar da bağırsakların koruyucu tabakasını zarara uğratarak bağırsak geçirgenliğini artırır. Yeteri kadar sindirilmemiş yiyecek maddeleri ve toksinler kan dolaşımına geçer. Bağışıklık sistemi, normalde vücut içinde olmaması gereken bu maddeleri tespit ettiğinde, düzgün çalıştığı takdirde, antikorlar üretir. Bu antikorlar, antijenik yapıları yok ederken, dokularda benzeyen antijenlere de saldırılar. Bağışıklık sistemi kendi dokularını tahrip etmeye başlayınca otoimmün hastalıklar denilen pernisiyöz anemi, romatoid artrit, haşimoto tiroidit, ülseröz kolit, astım vb. hastalıkların gelişimine neden olur.   
Eğer bir diyabet hastasında amaç kan şekerini düşürmek değil, hastalığı tedavi etmekse, mutlaka hastalığın başlangıç noktası olan bağırsaklar düzeltilmelidir. Burada tabi ki beslenme çok önemlidir. Un ve şekerin olmadığı, sebze, meyve, et ve yumurta gibi doğal gıdaların yer aldığı bir diyet bağırsak florasının koruyuculuğunu bozmaz. Turşu, gerçek yoğurt, şarap, boza, sirke vb. fermantasyon ürünleri bağırsak florasında bulunan probiyotikleri artırırlar. Takviye olarak probiotikler, prebiyotikler ve enzimler verilmelidir. Enzimler, sindirimi tamamlayarak kana geçen sindirilmemiş gıda oranını azaltırlar. Probiyotikler ise, yiyeceklerin hazmını kolaylaştırır ve bağırsak duvarını zararlı maddelerden korurlar. Bağırsak geçirgenliğini azaltarak zararlı maddelerin kan dolaşımına geçmesini engellerler. Probiyotikten en zengin gıdalar anne sütü ve kefirdir. Pastörizasyon ise gıdalardaki probiyotikleri büyük ölçüde tahrip eder.
Liflerin diyetteki miktarı artırılır. Himalaya tuzlu suyu karıştırılmış sağlıklı su günde 3-5 litre içirilir. Rektal ozonterapi uygulamada fayda vardır. Physiotron ile elektromanyetik alan düzenlemesi yapılmalıdır. Bu yaklaşımlar bağırsaklarda kan dolaşımını düzenler. Klorofil günde 2 tatlı kaşığı içirilmelidir. Kolon hidroterapi, ehil eller tarafından yapılmalıdır. Bu lavman veya bağırsaklara su verme ile karıştırılmamalıdır. Özel cihazlar ile yapılan, zahmetli bir işlem olup, öncesinde ve sonrasında farklı uygulamalar yapılmalıdır. Bağırsaklar düzgün bir şekilde tedavi edilirse, diyabet hastalığının gerçek tedavisi için gerekli ilk adım atılmış olur. Bağırsaklar düzeltilmezse, bağışıklık sistemi aşı ile güçlendirilse bile sonuç alınamayacak ve sorunlar tekrarlayacaktır. 
Bağırsaklar düzeltildikten sonra, sıra bağışıklık sistemini düzenlemeye gelecektir. Bu noktada günde 10 gram omega-3, 360 mg bioflavonoidli C vitamini ve 350-500 mg Magnezyum mutlaka gereklidir. Major ozonterapi ile birlikte minor ozonterapi, mutlaka Physiotron uygulaması ile birlikte yapılmalıdır. Oksijenden zenginleştirilmiş su günde 1 litre içirilmelidir. D vitamini takviyesi çoğu olguda gereklidir. Detoks programlarının tedaviye monte edilmesi planlanmalıdır. Fakat bu detoks planı gazetelerde okuyup televizyonlarda dinlediğiniz sebze, meyve suyu içmek ve lavman yapmak değildir. 

Yol haritası

Şeker hastalığında başlangıçta hiç bir şikayet olmayabilir. Bu nedenle çok değerli bir süre boşa geçer. Kişiler, beslenmedeki hatalarının farkına varamazlar ve aynı yanlış beslenmeye devam ederler. Hatta kendilerini çok daha enerjik hissettikleri için yanlış beslenmelerini artırırlar. Halbuki bu dönemde doğru beslenmeye başlasalar, diyabet hastalığı ortaya çıkmadan kaybolacak ve kişi hiç bir zaman hasta olacağını bile bilmeden yaşamaya devam edecektir. Bu dönemde ancak kişi, risk faktörlerini biliyorsa veya her hangi bir nedenle gittiği doktor bu konuda bilgiye sahip ve şekerin varlığı veya yokluğunu gösterme niyeti taşıyorsa, önlem alınabilir. Bu dönemde yapılan sabah açlık kan şekeri şekeri ölçümünden sonuç alınmaz. HbA1C ölçümü de normal sonuçlanacaktır. Bunun bir adım öncesi öğleden sonra tokluk kan şekeri ölçümüdür. Bu ölçüm ile tanı konulması gereken zamandan 3-5 yıl önce tanı konabilir. Aslında bu sırada açlık ve tokluk insülin düzeyleri ölçümü, tanı koymada 2-3 yıl daha kazandırır. Benim kullandığım metabolizmayı gösteren CRS cihazı ile daha şeker hastalığı olasılığı olmadan 10 yıl önce metabolizma bozukluğu tanısı konarak beslenme düzeltilebilir. Kilo fazlalığı varsa, kilo vermeye yönelik tedbirlerin uygulanması ve vitamin, mineral takviyesi genelde yeterlidir. Sağlıklı suya Himalaya tuzu konularak her gün 3 litre içmesi önerilir.

Bu değerli dönem farkında olmadan geçirilirse kişide yorgunluk, halsizlik, ağız kuruluğu, çarpıntı, baş dönmeleri, görme bozuklukları ve kadınlarda cinsel bölgede kaşıntı yakınmaları başlayacaktır. Bu yakınmalar ile gidilen doktor tarafından şeker yüksekliği saptanacaktır. Hemen şeker hastalığı tanısı koymamak gerekir. Öncesinde kan şekerini yükselten hormonal hastalıklar vb. olmadığı gösterilmelidir. Şekeri yükselten diğer hastalıkların olmadığı gösterildikten sonra, diyabet hastalığı tanısı konabilir. İnsülin direnci değerlendirilmelidir. Kişilerin % 80’i şişmandır. Bu nedenle tanı konar konmaz mutlaka kalorisi düşük bir diyet uygulanmaya başlanmalıdır. CRS ile ölçüm yapmak çok değerli bilgiler vermektedir. Karbonhidratlardan düşük ve mikrobesinlerden zengin diyet uygularken vitamin, mineral, antioksidan ve omega-3 takviyesine de başlanmalıdır. Bağırsak alışkanlığı için lifler bölümünde anlattığım test uygulanmalı ve lif takviyesi de planlanmalıdır. Fiber tozları faydalıdır. Sabah kahvaltısı yapmıyorsa, mutlaka kahvaltı yapması sağlanmalıdır. Metabolik asidoz söz konusu ise süt ve süt ürünlerini beslenme listesinden çıkartıyorum. Unlu gıdaları ve hamur işlerini kısıtlıyorum. 3 veya 6 öğün yeme planı kişiden kişiye göre değişmektedir. İnsülin direnci yüksek ve obez olan kişilerde 3 ana ve 3 ara öğün beslenme planı uygundur. Fakat karaciğerdeki glikojen depolarının boşalmasını sağladığı için hipoglisemi nöbetlerine de yatkınlık sağlar. Bu nedenle uzun süre uygulanmasını önermiyorum.
Diyabet hastalarında uzun vadede organların harabiyeti ile ilgili sorunlar ortaya çıkar. Bunlar kalp ve damar hastalıkları, böbrek yetmezliği, gözün retina tabakasında zarar, sinirlerde harabiyet ve özellikle alt uzuvlarda dolaşım bozukluğu ve gangrene kadar giden yaralardır. Normalde tanı konduktan yıllar sonra ortaya çıkan durumlar olmalarına rağmen, çoğu zaman hasta, kronik komplikasyon dediğimiz bu görme kaybı ve ayakta yanma şikayetleri ile doktora başvurur. Hatta böbrek hastalığı bile başlamış olabilir. Bu evrelerin her birinde amaç, gene şekeri düşürmek olmamalıdır. Şekeri yükselten sebepleri tedavi etmeye odaklandığınızda kan şekeri de tedricen azalacaktır. Kronik komplikasyonlar başlayınca bu sorunları gidermek için gerekli tedavi de başlatılmalıdır. Buna paralel olarak beslenme planında da değişim gerekecektir. Böbrek tutulumu olduğunda protein oranı azaltılmalıdır. Nöropati denilen komplikasyon oluştuğunda B vitaminleri ve omega-3 dozu daha da artırılmalıdır. Oksijenden zenginleştirilmiş su içirilmelidir. Magnezyum tedavi ve beslenme planının en başında yer alan öğe olmalıdır. Komplikasyonlar geliştiğinde bu mineral ve vitamin takviyeleri daha önem kazanır.
Beslenme planı içinde yer almasa bile, ozon tedavisinin özellikle diyabetik ayak başta olmak üzere yaralarda çok fayda sağladığını söylemem gerekir.







Tedavi öncesi                                                 Tedavi sonrası

Diyabet hastalarında mutlaka ihmal edilmemesi gereken ana nokta, Physiotron ile elektromanyetik alanı düzenlemektir. Nefropati denilen böbrek sorunları ve diayabetik yaralarda çok fayda sağlar. Dolaşımı düzenlemesi nedeniyle diyabetik hastaların her evresinde faydalıdır. Hem yeni başlayan, hem de eski başlangıçlı diyabet hastalarında uygulabilir. Biraz sonra bahsedeceğim pankreas tamiri ve bağırsak zarı geçirgenliğinin bozulması durumunda da tek etkin silahımızdır.

                                               Diabetik ayak
Tedavi öncesi                         Physiotron ile tedavi sonrası

CRS ile vücudun gereksinimlerini tespit edip metabolizmayı değerlendirdikten sonra;

-Eksik olan mikrobesinleri (vitamin, mineral, antioksidan, fitokimyasal) vermek
-Lif takviyesi yapmak
-Himalaya tuzu ilave edilmiş sağlıklı suyu içirmek
-Physiotron ile elektromanyetik alan düzenleme
-Bağırsakların durumuna göre uygun girişimler
-Major ozon terapi
-Minor ozon terapi
-Ozon sauna,
yapılması tedavisi olmadığı zannedilen diyabet hastalığında; sizi  amacınıza ulaştıracaktır.
 
Physiotron ile tedavi basittir.

Değişik evrelerde farklı beslenmeler

Hastalık, bir evreden ibaret değildir. Kan şekerinin yükselmesi, sadece şekerin varlığına değil, aslında şeker ve insülin arasındaki etkileşimin sonucuna bağlı bir durumdur. 
Pankreasdan en fazla insülin salgılatan madde, şekerdir.İnsülin salgılayan bez olan pankreasda da insülin direnci geliştiği için insülin miktarı artmasına rağmen, artık aynı miktarda kan şekeri düzeyi, aynı miktarda insülin salgılatamaz. Aynı şekerle az insülin salgılanmaya başlayınca kan şekeri gittikçe yükselir. Bu durumda haklı olarak gıdalarla alınan şeker azaltılıp, kan şekeri düşürülse bile, insülin direnci çözülmediği sürece, daha az insülin salgılanacağı için beklenen durum belki de olmayacak ve şekerli gıdalar azaltılsa bile kan şekeri yükselecektir. Bu durumda ağızdan alınan şeker ilaçları da kısa süre içinde etkisini kaybedecek ve insülin kullanımı gerekecektir. Bu bahsettiğim durum, ne yazık ki hep göz ardı edilen ve hastaya yeterli zaman ayrılmadığı için gözden kaçan bir durumdur. Fakat bunun tersi de doğrudur. Yani şeker arttıkça önceleri artan insülin düzeyleri, kişiden kişiye göre değişen, belli bir yüksekliğe eriştikten sonra, kan şekeri artsa bile, azalmaya başlayacak ve kan şekeri daha hızlı artacaktır. Her iki durumu da önceden bilme olanağı olmadığı için karbonhidratları azaltmak mantıklı bir yaklaşımdır. Gıdalarla alınan karbonhidratları azaltmanın gerekli ama yeterli olmadığı bu safhada yapılacak en doğru hareket; krom, magnezyum ve omega-3’ü yüksek dozlarda, manyetik alan uygulaması ile vermektir. Karbonhidratları azaltmak dolayısı ile vitamin ve lifleri de azaltacaktır. Bunların da başka problemlere yol açması muhtemel olduğundan, ortaya çıkacak bütün sorunlar diyette karbonhidratların azaltılmasına bağlanır. Bu nedenle düşük karbonhidratlı diyetler eleştirilir. Oysa sorun her zaman makro ve mikro arasındaki dengenin bozukluğudur.
Başlangıçta yağ dokusunda insüline karşı direnç olmadığından fazla şeker, yağ olarak depolanır. Kişilerin kilo alması artar. Eskiden kolay kilo verirlerken, artık kilo veremiyorlardır. Elma tipi şişmanlık denen göbekte yağlanma olur. Lipid profili bozukluğu saptanır. İnsülin direnci geliştikçe trigliserid düzeyi yükselir. Bu devrede kilo alma arttığı için daha uzun süreli bir kilo verme programı yanında, insülin direncini düzeltme tedavisi de yapılmalıdır. İnsülin düzeyi fazla olmasına rağmen etkisiz hale geldiğinden, insülin eksikliği belirtileri ortaya çıkar. Kanda serbest yağ asitleri artar. Kalorisi düşük, besin değeri yüksek gıdalar fazla yenilirse, kilo almaya neden olmadıkları gibi metabolizmanın daha iyi çalışmasına yardım edecek ve mevcut insülin direnci düzelecektir.
Kaslarda da insülin direnci başladığında şekerin kas hücrelerine girişi bozulacak ve bu da halsizliğe ve yorgunluğa neden olacaktır. Bu devrede Co-Q10 ve karnitin tedaviye eklenirse fayda sağlar. Bu devrede egzersizler de artık eskisi kadar kan şekerini düşürmede etkili olmayacaktır. Hipertansiyon saptanacaktır.
Karaciğerde insülin direnci geliştiği zaman glikojen sentezi ve depolanması azalır. Glikoz yapımında baskılanma görülmez. Sabah açlık kan şekerleri yüksek çıkar.
Aslında şeker hastalarında hastaları hayrete düşüren değişik tablolar görülebilir. Bunları şu şekilde gösterebiliriz. Sabah açlık ve tokluk kan şekeri yüksek olanlar, açlık kan şekeri düşük ve tokluk kan şekeri yüksek olanlar ve açlık kan şekeri yüksek ve tokluk kan şekeri düşük olanlar.
Tokluk kan şekerinin yüksek olması insanları fazla şaşırtmaz. Açlık kan şekerinin yüksek olması da şaşırtmaz ama açlık kan şekeri yüksek iken tokluk kan şekerinin düşük çıkması hastaları hayrete düşürür. Aslında şaşıracak bir şey yoktur. Gerçekte kan şekerinin yükselmesi birbiriyle ilgisiz gibi duran ama ilgili mekanizmaların sonucudur. Sabah açlık kan şekerinin yükselmesinde insülin eksikliğinin rolu olsa bile esas sorumlu hormonlar, glukagon, kortizol ve growth hormondur. Karaciğer sağlıklı olduğu müddetçe bu hormonlara yanıt verecek ve glikoz yapılacaktır. Yapılan bu glikoz da kana verilecektir.  Karaciğer görevlerini yapamaz duruma geldiğinde sabah açlık kan şekeri düzeyi azalmaya başlar. O nedenle diyabet hastasında beklenenin dışında sabah açlık kan şekeri düşer veya gün içinde hipoglisemi ortaya çıkarsa bu karaciğerin yetersizliğe gittiğinin göstergesidir.
Tokluk kan şekerinde sorumlu olan faktör ise insülin eksikliği veya direncidir. Dolayısı ile yemekten sonra kan şekerinin yükselmesi insülin eksikliğinin göstergesidir. Aksine diyabet hastalığında alınan karbonhidratlara uygun veya fazla insülin salgılandığı düşünülmez.  Dolayısı ile tokluk kan şekerinin düşmemesi gerekir. Burada bilinmesi gereken bilgi şudur. İnsülin böbreklerde parçalanan bir hormondur. Böbrek yetersizliği geliştikçe insülin parçalanması azalır ve sonuçta kanda insülin miktarı artmaya başlar. Bu da tokluk kan şekerinin düşmesine sebep olur. Bu durumda sabah açlık kan şekeri de bir süre sonra düşmeye başlar.
Poliüri denilen çok idrara çıkma, idrar ozmolaritesinin arttığını yani yoğunluğunun fazla olduğunu gösterir. Eğer bir diyabet hastasında idrar çıkma artar ve kişilerin görünür bir neden yokken su içmesi artarsa, kan şekerinin ve ozmolaritesinin yüksek olduğunu anlarız.  Bu, hiperozmolar komaya giden durumdur. İçilen su miktarını artırmak, olayın şiddetini azaltmak ve ertelemekten öteye gitmez. Gerekli olan bu çözüm yolu, yeterli değildir. İnsülin eksikliği olduğu için, kullanılıyorsa insülin dozunu artırması, kullanılmıyorsa insüline başlaması önerilir. İnsülin etkisini artıran mineraller ve vitaminler verilmelidir.
Diyabet hastasının zayıflaması da insülin eksikliğinin işaretidir. Mutlaka insülin verilmeli ve gene insülin etkisini artıran mikrobesinler verilmelidir.
Omega-3, fındık, konjuge linoleik asit içeren mandra ürünleri, lifli besinler, tarçın ve kafein insülin direncini iyileştirmede kullanılırlar


Kalorinin ve makrobesinlerin öğünlere bölünmesi

9- Öğünlerde alınan kalori, kişinin günlük faaliyetine göre düzenlenmelidir. Sabahtan itibaren yoğun çalışanlarda; kalorinin % 35’inin kahvaltıda alınmasını öneriyorum. Kalorinin öğle % 25, akşam % 15 ve ara öğünlerde de % 5-10’unun alınması en iyisidir. Bu oranlar, hastanın durumu ve çalışma saatlerine göre değişebilir. Sabahları inaktif ve en aktif olduğu saatler öğleden sonra ise günlük kalorinin % 35’ini öğle yemeğinde almasını öneririm. Sabah ve akşam kalorinin % 20’sini, ara öğünlerde gene % 5-10’unu almasını öneririm. Buna bağlı olarak insülin doz ve zamanları da değişebilir.
10-Her öğündeki protein, yağ ve karbonhidrat miktarı kişinin günlük faaliyetine göre düzenlenmelidir. Aktif çalışma saatlerini göz önüne alarak, sabahtan başlayarak yoğun çalışanlarda öğünlerde önerdiğim karbonhidrat, yağ ve protein yüzdelerini aşağıda tabloda veriyorum.


Kahvaltı
Öğle yemeği
Akşam yemeği
Karbonhidrat
% 55
% 30
% 20
Protein
% 20
% 40
% 50
Yağ
% 25
% 30
% 30

CHO’dan zengin
Düşük CHO
Yüksek protein
CHO : Karbonhidrat

Gıdaların özellikleri

1-Organik gıda alıyor muyuz?
2-Taze gıda alıyor muyuz?
3- Gıdaları saklama koşulları uygun mu? Buzdolabında uygun sıcaklıkta bir kaç gün bekleyebilir. Derin dondurucuda bir kaç ay bekleyebilir. Fakat sararmış, solmuş, buruşmuş gıdalar fayda sağlamayacaktır.
4-Vitamin kaybı olmamasına dikkat edilmeli. Suda eriyen vitaminler sıcaklıkta, ışık altında ve suyun içinde vitaminlerini kaybederler. Güneş altında ve sıcaklıkta bekletilmemeli. Yeşillikler kesilirken geniş aralıklarla kesilmeli. Mümkünse bıçak kullanmadan doğranmalı. Uzun süre suda bekletilmemeli. Lahana, pırasa gibi kabuklu sebzelerin son katmanı çıkartılmalı. Akan suda çamur ve pisliğin gitmesi sağlanmalı.
5-Sebzeleri çiğ olarak yemek mümkünse, çiğ tercih edilmeli. Kaynar suya atıp 1-2 dakika bekletip almak, buharda pişirmek tercih edilen yöntemler olmalı. Sebzeler tamamen yumuşayana kadar pişirilmemeli. Sertliklerini muhafaza etmelerine izin verilmeli. Sebze çorbaları hazırlanabilir. Zeytinyağlı yiyeceklerde sebze pişirildikten sonra zeytinyağı son aşamada ilave edilmeli. Tencere yemekleri yaptığınızda her sebzeyi hissetmelisiniz. Bulamaç haline getirmemeli.
 6- Yemeği her ısıttığımızda kalori değeri azalmaz ama mikro besinlerin, vitaminlerin miktarı azalır. Sonuçta zaten iyi olmayan dengeyi daha çok bozmuş olacağız. Bu nedenle yemeği mümkünse tek öğünde bitecek şekilde yapmalı. Daha fazla miktarda yapmışsanız, son pişirimlik bir kaç dakika eksik kalmalı ve sadece yenecek kadarı ısıtılıp yenilmeli. Yani bir yemek bir yapım aşamasında, bir de son yemek aşamasında ısıtılmalı ve 3. defa ateş üzerine konmamalıdır. Pişmiş gıdaları da buzdolabında uygun koşullarda saklasanız bile 3 gün içinde tüketmenizde fayda vardır.
7- Mümkünse, sabah kahvaltısını erken yapın. Zira sabah 8.00 dan önce kahvaltı yaparsanız, hem kan şekeriniz düşmeyecektir, hem de düşmeye başlayan kan şekerini yükseltmek için hormonlar devreye girmeyecek ve sizi güne hazırlayan hormonlar ise gerektiği kadar devreye girecektir. Dolayısı ile ideal kahvaltı saati 6.00-7.00 dir. Bu durum özellikle insülin kullanan hastalarda çok daha belirgindir. Kişide her şey aynı kaldığı halde, sabah kahvaltı saatini öne alma gibi basit bir düşünce dahi, kan şekerinizin düzenlenmesinde fayda sağlayacaktır. Ben bu durumu sabah işe başlama saatinden önce veya sonra uyanmaya benzetiyorum. Her ikisinde de uyanıyor, giyiniyor, kahvaltı ediyor, evden çıkıyor ve otobüse biniyor ve işe gidiyorsunuz. Sadece birinde işten atılıyorsunuz. Bilin bakalım, hangisinde?

8- Sabah kahvaltınızı yaptınız. Kullandığınız insülin cinsi ve miktarına göre 2 saat sonra ara atıştırma gerekecektir ve zorunlu denebilir. İnsülin kullanmayan, sadece ağızdan şeker hapı kullanan kişilerde ise bu zorunlu değildir. İsteğe de bırakılmaması gerekir. Kişinin karaciğerdeki glikojen depoları dolu ve düzgün çalışıyor ise, bunu korumak önemlidir. Sık yemek bu düzeni bozacağından önerilmez. Bozulmuş olan bu düzeni tekrar kurmak; şeker regülasyonunu, ani şeker düşüşlerini ve hipoglisemi nöbetlerini engellemek bakımından önemlidir. Bunu sağlamak için çaba sarf etmek gerekir. Sabah kahvaltısında glisemik indeksi yüksek gıdaları yememek, aksine proteinden zengin gıdaları tüketmek (yumurta gibi) iyi olacaktır.
Karaciğerdeki şeker deposu, ancak 4-6 saat dayanabileceği için yemek saatlerinde bu durum göz önünde tutulmalıdır. Ara öğün alsa bile en geç 14.00 da öğle yemeği yenilmelidir. Ara öğün olarak, 2-3 saat sonra glisemik indeksi düşük bir veya iki porsiyon meyve önerilir. Akşam yemeği de 19.00-20.00 da yenilmelidir. 22.00 civarında salatalık, nane ve sarımsakla hazırlanmış 150 ml cacık içilmesi, tercih ettiğim bir durumdur. 


Vitamin, mineral ve diğer mikrobesin gereksinimleri

Doğru yapıyorum zannıyla, en çok yanlışların yapıldığı konu, vitaminler hakkındadır. Serinin ikinci kitabı olan “Beslenmenin kırmızı kitabı-Siz yediklerinizsiniz-Mikrobesinler” adlı kitapta ayrıntılar mevcuttur. 
Diyabet hastaları, normal kişinin vitamin ve mineral gereksiniminin 2-3 kat daha fazlasına ihtiyaç duyarlar. Zaten bu gereksinim karşılanmadığı için kişilerin metabolizması bozulmakta ve bu da kan şekeri yüksekliği şeklinde kendisini göstermektedir. Bir başka deyişle kişilerde vitamin ve mineral eksikliği olmasaydı, diyabet olma olasılığı çok daha az olacaktı. O halde yapılacak olan, bu eksikliği tamamlamaktır. İşte tam bu noktada bir başka yanlış devreye girmektedir. Çoğu kişi, eğer alıyorsa, aldığı vitamin ve mineralleri başkasının aldıkları ile kıyaslamaktadır. Oysa o kişinin ihtiyaçları farklı olabilir. Doğru beslenme derken kastettiğimiz zaten budur. Sizin aldığınız normal, hatta başkasına göre fazla gibi gözüküyorken, gerçekte sizin için az olabilir. Eğer diyabet hastası iseniz zaten kesinlikle bu böyledir. Hatta siz diyabet hastası olmasanız bile, yakınlarınızda diyabet varsa, siz genetik olarak vitamin ve mineral eksikliklerine karşı daha duyarlı olabilirsiniz. Sonuçta aldığınızın 2 katı kadar vitamin almanız gerekecektir. Bu noktada, bir hata daha ortaya çıkmaktadır. Çoğu kişi sebze ve meyvelerde yeteri kadar vitamin, mineral ve mikrobesin aldığını düşünmektedir. Oysa lifler konusunda incelediğimiz gibi, gıdalarla yeteri kadar vitamin alma şansımız artık yoktur. Diyabet hastalarında alınması gereken vitamin ve mineral ihtiyacı daha fazladır. Bir de kalori kısıtlamasına gittiğinizde alınan mikrobesinler daha da azalmaktadır. Oysa sadece kalori kısıtlaması yapmak gerekiyordu. Mikrobesinleri azaltmak istemiyoruz ki, tersine artırmak istiyoruz. Diğer bir deyişle gıdalar ile aldığınız mikrobesin/kalori oranını artırmak istiyoruz. Bu oran sabit olduğu için, kaloriyi azaltırken istemesek de mikrobesinlerin alınımını da azaltıyoruz. Lifler konusunda gördük. En az 10 gram, hatta bazı durumlarda 20 gram lifi dışardan vermek durumunda kalmaktaydık.

Ne yapılması gerektiğine karar verdiniz mi?
Vitamin, mineral ve diğer mikrobesinler için dışardan takviye almanız gerekmektedir. Bu noktada bir kaç ön yargı daha ortaya çıkmaktadır ki, bunları serinin ikinci kitabında ayrıntılı olarak anlattım. Organik ve ekolojik besinlerden üretilen doğal vitaminleri tercih etmekte fayda vardır. Birçok kişi doğal vitamin kullanıyor ama bu vitaminler organik değil. Bir kısım insan ise sentetik vitamin kullanıyor ve sonuçta yarar görmeyebiliyor. Örnek olarak C vitamini alacaksanız “Her madde çevresiyle bütündür.” ilkesi uyarınca bioflavonoidlerden zengin C vitamini almak gerekir. Dozları çok önemli. Ayrıca vitaminlerin tek başlarına etkili olmalarını beklemek doğru değildir. Mutlaka diğer vitaminler ve mineraller ile beraber alınmaları gerekir. Çünkü bunların her biri, sistemin bir yerinde görevlidir. Bunun örneğini şöyle verebilirim. Bir bankanın kasasında değerli evraklarınız var ve onları gidip alacaksınız. Anahtarı da siz de var. Hadi gidip alın. Alamıyor musunuz? Neden? Banka mı kapalı? Peki banka açıldı. Şimdi alın. Gene alamıyorsunuz. Kasa dairesine giden kapının açılması gerekir. O kapı da açıldı, diyelim. En son sizin kasanızın bulunduğu odanın kapısının açılması gerekir. Bu kapı da açıldı ve kasanız karşınızda. İşte şimdi, sizin o ana kadar işe yaramayan anahtarınıza gerek duyuldu. İşte vitaminlerde de durum böyledir. İsterseniz bir sürpriz daha yapalım. Kasanızı açtınız. Kasanızın içine kilitli bir çanta koymuşsunuz. Eğer o anahtar yoksa bütün emekler boşuna gitti. Gene evraklarınızı alamadınız. Aldığınız vitamin boşa mı gitti? Öncesinde ve sonrasında başka vitaminleri de almanız gerekir. Yapılan çalışmaların sonuç vermemesi veya birbirine ters sonuç vermesinin nedeni budur. Bir vitaminle etkili olundu deniyorsa benim tepkim “tesadüfen” olduğudur. Sonuçta vitamin ve mineraller etkili veya etkisiz densin, tek kullanılan vitaminler ile sonuç alınmasını beklemem. Multivitamin preparatları fayda sağlayacaktır. Bunları bir temel olarak kabul ediyor ve üstüne her vitamini ayrı ayrı, kişinin ihtiyacına göre planlıyorum. Kişiler fazla tablet alıyor gibi gözüküyorlar. Benim çözümüm çok basit. Zaten bu tabletlerin içinde raf ömrünü uzatmak için kullanılan kimyasallar yok. Tatlandırıcı, reklendirici maddeler yok. Sebze ve meyvelerin özlerinden elde edilmiş maddeler olduklarından isteyenlere ezdiriyor ve yediği her kaşığın içine bir tablet özü koyuyorum. Sonuçta ne kadar fazla yediklerini ve ne kadar az tablet kullandıklarını görüyorlar.

Liften zengin beslenme

Genel olarak günde 20-35 gram lif tüketilmesi tavsiye edilir. Daha azı bağırsak hareketliliği ve temizliği için yetersiz kalmaktadır. Daha fazlası ise bağırsak hareketliliğini artırarak, vitamin ve mineral emilmesini bozabilir, diye bir endişe mevcuttur. 
Çocuklarda ise yaşlarına 5 gr ilave edilerek elde edilen miktar önerilir. Örneğin; çocuk 4 yaşında ise 4+5: 9 gr lif verilir. 
Kişiler, genel olarak bağırsak alışkanlığına göre lifli yemeyi düşünürler veya lifli yemelerine göre bağırsak alışkanlığına sahiptirler. Oysa yıllar önce yaptığımız bir çalışmada şunu gördük. Her gün düzenli olarak defekasyona çıkan kişiler bile düzgün bir bağırsak çalışmasına sahip değillerdi ve günler öncesi yediklerini çıkartıyorlardı. Dolayısı ile her gün düzenli defekasyona çıkmamak, bağırsak sağlıksızlığın bir belirtisi olmasıan rağmen, her gün defekasyona çıkmak, sağlıklı bir bağırsağın göstergesi olamaz ve bu göstergeye göre davranan kişiler (hasta veya doktor) doğru bir yaklaşım sergileyemezler.
Liften zengin beslenme, bağırsaktan şeker emilimini de azaltacaktır. Bu da diyabet hastalarında istediğimiz bir durumdur. Fakat vitamin ve mineral dengesi, CRS ile takip edilmelidir. “Siz yediklerinizsiniz - Makrobesinler” adlı kitabımda bu konu ile ilgili ayrıntılar mevcuttur. Birçok gıdada 100 gramı başına düşen lif miktarını aşağıda listede bulabilirsiniz. Burada özellikle şeker hastaları için tavsiye ettiğim gıdaların 100 gramı başına düşen lif miktarı ve ortalama 35 gramlık bir lif için neler yenmesi gerektiğini belirteceğim.
Kurubaklagiller pişmiş olarak yenildiğinde ortalama 6 gr lif verir. Yeşil mercimekte ise 3-4 gr lif bulunur. Günde 100 gram yenebilirler. 
Kabuklu kuruyemişleri çok fazla tavsiye etmiyorum. Fakat yemelerine izin versem bile her gün 100 gram vermek kalori açısından da pek mümkün değildir. Bunlara ancak gazete yazılarında rastlarsınız. 100 gram ceviz 5 gr lif sağlar ki herkesin hergün 100 gram ceviz yemesi olasılık dışıdır. O nedenle günde en fazla 10-20 gram yemesine izin verirsek bu kaynaktan sağladığı lif oranı ise 0,5-1 gramı geçmez ki bu da ihmal edilebilir.
Tahıllar, diyabet hastalarında pek önermediğim gıda grubudur. Yemelerine izin verilse bile miktarlarına dikkat etmelerini öneriyorum. Diyabet hastası, 100 gram tam buğday unlu ekmekten yerse 4 gr lif alabilir. Beyaz ekmekte bu miktar daha düşüktür ve 2-3 gram seviyesinde kalır. Ekmeğin 30 gramında yaklaşık 80 kalori olduğunu düşünürsek, 3 gram lif için 250 kalori almak pek mantıklı değildir. Zira bu kişinin 1500 kaloriye ihtiyacı olduğunu düşünürsek bu şekilde ancak 18 gram lif alabilir. Bu da kalori ve lif oranının verimsiz olduğunu gösterir. O halde ekmeği lif kaynağı olarak düşünmemekte fayda vardır. Buğday kepeğinin 100 gramında ise 44 gram kepek bulunması iyi bir lif kaynağı olduğunu gösterir. Dolayısı ile kişi evde kendi ekmeğini yapıyorsa günde 40-50 gram kepek ilave edebilir.
Tam mısır ununda da 13 gram kepek olması, ekmek yapımında mısır unu kullanmamızı haklı duruma getirir. Beyaz pirincin 100 gramında 2-3 gram lif vardır ve iyi bir lif kaynağı değildir. Ancak kabuklu pirinç, lif yönünden tercih edilebilir.
En iyi lif kaynağı, sebzelerdir. Kalori oranlarının düşük olmasına karşı, hacim, vitamin ve lifler açısından çok iyi bir kaynaktırlar. Ortalama olarak her 100 gram sebzede 2-3 gram lif olduğunu kabul edebiliriz. Oysa her 100 gram sebzede, ancak 30-50 kalori mevcuttur. Bu durumda lif/kalori oranı 1/10-20 dir ki, iyi bir lif kaynağı olduğu söylenen ve zannedilen tahıllarda ise bu oran 1/30-80’dir. Aslında bu oranlar bize şunu göstermektedir. Bir gıda maddesi sadece içeriğindeki tek bir madde ile değerlendirilirse hata yapma olasılığı fazladır. Oysa içerdiği kaloriye göre madde miktarı hesaplanırsa, doğru zannedip pek çok yanlış yaptığımızı fark edebiliriz. Fakat burada bir sorun daha ortaya çıkmaktadır. Evet, sebzelerin kalori yönünden fakir ve lif yönünden zengin olması iyidir ama sonuçta 100 gram sebzede 2-3 gram lif mevcutsa 35 gram lif için en az 1000 gram sebze yenmeli. Oysa çoğu insan günde bu kadar miktar sebze yememektedir.
Meyvelerde ise daha farklı bir tablo ile karşılaşırız. Limon, kavun, karpuz gibi sulu meyvelerde lif oranı düşüktür. Yaklaşık olarak 100 gram meyvede 0,5-1 gram lif bulunur. Elma, kayısı, armut, incir gibi birçok meyvenin 100 gramında 2-4 gram lif mevcuttur. Günde 2-3 meyve yemesine izin verilen bir hasta yaklaşık 8-10 gram lifi meyvelerden elde edebilir. Kurutulmuş meyvelerde ise su oranı düşük olduğundan lif miktarı artar. Kurutulmuş incir ve kayısıda 18-20 gram/100 gram lif bulunur. Bir çok diyabet hastası defekasyon için sabahları 3-4 adet kuru kayısı yerler ki içerdiği lif sayesinde daha rahat dışkılarlar. Fakat amacımız sadece lif vermek değildir. Kişinin şeker dengesi ve hücrelerin içinde bulunduğu ortamın asit olması, kayısı ve incir yenmesini mümkün kılmamaktadır.
Yukarda elde ettiğimiz verilerden şu sonucu rahatlıkla çıkartabiliriz. Posadan zengin pek çok gıda vardır ama bunlar 2 nedenle kullanılamamaktadır. Birincisi hiç kimse, özellikle diyabet hastaları gerekli lif almak için o miktarda gıda alamamaktadır. İkinci olarak, bir çok gıda, diyabet hastasında değişik nedenlerle önerilememektedir.
Bütün bunlardan sonra bir diyet önerildiğinde gerekli lifler şu şekilde alınabilir; kurubaklagillerden yaklaşık 5 gram, kabuklu kuruyemişlerden 1 gram, tahıllardan 3 gram, meyveden 8 gram ve sebzelerden 5 gram lif. Toplamda 22 gram lif eder. Eğer kişide biraz daha kalori ve sonuçta gıda maddesi kısıtlaması yaparsak lif miktarı 15-20 grama kadar düşer. Bu da sorunun ne olduğunu gözler önüne sermektedir. İlave olarak dışardan 10-20 gram lif alınması önerilir. Aslında aynı durum vitamin ve mineraller için de geçerlidir.
Fiber powder ve çiğnenebilen fiber tarzında ürünleri günde en az 2 defa önermekteyim. Yetişkinler için önerilen günlük doz 25-30 gramdır. Farklı lif kaynaklarından hazırlanmış olması tercih sebebidir. Fiber tozların her bir paketi, 250- 375 ml su veya meyve suyunda eritilip içilebilir. Yemeğinizin üzerine serperek almayı tercih edenlerin yemeğin yanında daima bir bardak (250 ml) su içmelerini önermekteyim. Yetişkinler ve 12 yaş ve üzeri çocuklar için günde bir veya iki paketle başlanıp, lif alımının yavaş yavaş artırılması önerilir. Lifler, sindirim sisteminizin optimal seviyede çalışmasına yardımcı olur. Özellikle tam tahıl, taze meyve ve sebzeyi yeterli miktarlarda tüketmeyenler için lif takviyesi son derece faydalıdır.  Yemek sonrası da alınabilir. Ben genellikle yemek öncesi alınmasını öneriyorum. Önceden bağırsakları hazırlaması, bağırsak temizliği ve mikrobesin emilimini olumsuz etkilememesi için bu şekilde kullanımı daha iyidir. Yemeklerden sonra veya yemekler ile beraber alınması ise sindirim açısından daha iyidir.

Kaloriyi oluşturan öğeler

Yağ, protein ve karbonhidratlar, beslenmede kaloriyi sağlayan makrobesinlerdir.  Birçok insan, vitaminler kilo aldırır, gibi yanlış bir düşünceye sahiptir. Gerçekte keşke vitaminler kilo aldırsaydı, dünyanın en büyük problemlerinden biri olan açlık, çok ucuz bir şekilde çözülürdü. Aslında kalori değeri olmayan maddeler, kilo yapmazlar. Fakat metabolizma çalışmaya başladığı için kişilerin kalori ihtiyacı artar ve yeteri kadar miktar ve çeşitte vitamin alınmazsa, enzimler tam olarak çalışamaz ve kilo alma durumu ortaya çıkar. Yani sonuçta kilo almak için mutlaka makro besinler gerekir.
Değişik oranlarda makrobesin içeren diyetler üzerinde çalışmalar yapılmıştır ve hala devam etmektedir. Bazıları yağdan fakir diyet önerirken, diğerleri karbonhidratlardan fakir diyet önermiştir. Her diyetin kısa ve uzun vadeli etkileri de değişik olabilir.
Karbonhidratlar düşük oranda verilmek istendiğinde % 30-40 oranında önerilir. 1500 kalorinin 450-600 kalorisini karbonhidratlar oluşturur. Yüksek oranda verilmek istendiğinde ise % 40-50 oranında önerilir. 
% 60’dan daha yüksek karbonhidrat içeren diyetler HDL kolesterol düzeyini düşürdüğü ve trigliserid düzeyini yükselttiğinden önerilmez. Bu oranlar, özellikle kişide böbrek hastalığı olup olmamasına göre değişmektedir.
Kişinin vücut oranlarına göre yapılan ölçümler de protein veya karbonhidrat ağırlıklı beslenme için bilgi vermektedir. 
Meyveler, fruktoz içerdiği için insülin düzeyleri üzerine fazla etkili değildir. Bu özellikleri ile de şişmanların zayıflamalarında ve insülin direncinde olumsuz etkileri olmaması ve hatta olumlu etkileri olmasına rağmen, diyabet hastalarında bol meyve yenilmesi önerilmez.
Bazı meyvelerin şeker oranı yüksektir. Fakat çoğu meyvede su fazladır ve kalori içerikleri düşüktür. Aynı zamanda içerdikleri lifler, bağırsaklardan şeker emilimini azaltır. Bu özellikleri ile tatlı meyveler ve çilek, doğal formunda karbonhidrat olarak önemli bir kaynaktır. Çilek özellikle içerdiği lif nedeniyle de tercih edilen bir meyvedir.
Karbonhidrat olarak genelde sebzeler tercih edilir. Sebzeler, düşük veya orta derecede karbonhidrat içeren gıda grubundadırlar. Patates gibi bazı sebzeler, pirinç ve mısırda nişasta yüksek konsantrasyonda bulunur. Bu nedenle diyet listesine son sıradan girebilirler. En düşük karbonhidratlı diyet planları; brokoli, ıspanak, semizotu, karnabahar ve biber gibi sebzeleri içermektedir.
Tahıllar başlangıçta önerilmez. Genelde çoğu hastada bağırsak geçirgenliğinde artış, bağırsak inflamasyonu ve glutene karşı hassasiyet mevcut olduğundan 1-3 aylık sürenin sonunda diyete yavaşça ilave edilir.
Yağlar kalorinin % 30-40’ını oluşturmaktadır. Yağların doğal kaynaklardan gelmesine dikkat edilmelidir. Fakat herşeyin sahtesine rastladığımız gibi artık sızma zeytinyağının bile sahtesi yapıldığından sahte tereyağı, fındık yağı, kanola yağına da rastlama şanssızlığınız yüksek oranda olacaktır. Satüre yağların toplam kalorinin % 7’den az olmasına dikkat edilmelidir. Trans yağlardan da uzak durmak önerilir. Fakat doğal oluşan trans yağlardan az miktarda tüketilebilir. Zararlı olmak şöyle dursun, faydaları dahi olabilir. Burada da dikkat edilecek ana nokta, yağ asitleri hidrojenize edilirken bazılarının trans hale geçmesidir. Bunlar faydalı değil, aksine zararlıdır. Poliunsature yağ asitleri genelde toplam kalorinin % 10’u kadar önerilir. Burada tüm poliunsature yağ asitlerini aynı kefeye koymanın yanlış olduğunu özellikle söylemeliyim.
Makrobesinler kitabında yazdığım gibi, omega-3 ve omega-6 oranları bakımından farklıdırlar. Monounsature yağ asitlerini içeren zeytinyağı, toplam kalorinin % 20’si kadar verilebilir.Genelde günlük alınması gereken yağlardan gelen kalorinin % 10-20’sini zeytinyağından, %10-15’ini fındık yağı veya kanola yağından ve en az % 10’unu omega-3 ile karşılamaktayım. Diğer poliunsature yağlar (ayçiçek yağı, mısır yağı vb) önerilmez. Zira bunların içinde omega-6 yüksek oranda bulunmaktadır. Bir çok diyet önerisinde poliunsature yağları önerirken bunu hesaba katmıyorlar. Oysa omega-6 alımı diyabet hastalarında kısıtlanmalıdır. Hastanın trigliserid değerleri veya kalp hastalığı riski yüksek ise yağ oranı biraz azaltılır ve % 25-33 düzeylerinde bırakılır.  
Proteinler ise kalorinin % 15-25’ini oluşturur. Düşük proteinli diyet verilmesi istendiği zaman hastanın kilogramı başına 0,5 gr verilir. Normalde 0,8 mg/kg önerilirken, yüksek protein verilmesi gereken durumlarda 1-1,5 gr/kg önerilir. Öncelik, bitkisel protein kaynaklarındadır. Baklagiller, kuru fasülye, fındık-fıstık gibi kuru yemişler listeye girmelerine rağmen besin alerjisi görüldüğünden, hayvansal kaynaklı proteinler, özellikle balıklar ve merada beslenen büyük baş hayvanlar tercih edilmektedir. Süt ve süt ürünleri liste dışında kalmaktadır. Ancak keçi sütü veya taze, pastörize edilmemiş günlük süt, kazeine karşı duyarlılık yoksa içilebilir. Yumurta istenildiği kadar yenebilir. Fakat her zaman söylediğim gibi, yumurtanın da organik olmasını önermekteyim. Tavuğun yemi dahi bu aşamada çok önemlidir. Soya proteini ürünleri, LDL kolesterolu azaltabildiğinden izin verilir. Burada da dikkat edilecek husus, genetiği değiştirilmiş, kısaca GDO dediğimiz soya olmamasına dikkat edilmelidir.

Kalori kısıtlaması

Kadınlarda 25 kcal/kg, erkeklerde ise 35 kcal/kg kalori önerilir. Burada benim uyguladığım yöntem, kişinin şu anki kilosu ne olursa olsun, optimal kilosuna göre kaloriyi hesaplamaktır. Bir örnek verelim. Boyunuzun 160 cm ve kilonuzun 80 kilo olduğunu varsayalım. Optimal kilonuz, en fazla 60 kg olmalıdır. Dolayısı ise kadınlarda 60x25=1500 kalori ve erkeklerde 60x35=2100 kalori verilir. Ağır şartlarda çalışıyorlarsa bu miktara % 10-20 kalori eklenebilir. Kişinin aktivitesi azsa bu miktardan % 10-20 çıkartılabilir. Kısa süre için fazla kilonun kalorisi kadar miktarda kaloriyi de kalori ihiyacından çıkartabilirim. Yani 20 kg fazla ise, diyetten 20x25= 500 kal daha eksiltebilirim. Bu süre 1-3 ay arasında değişebilir. Tabii, mikro besin ihtiyacını göz önünde tutmak ve CRS ile takip etmek gerekir. CRS ile takip, metabolizmanın ne durumda olduğunu da gösterir. 
Kişilerin kilosu aynı olsa bile yağ yüzdesi ve miktarları farklı olabilir. Vücut yağ miktarının su miktarına oranı da beslenmede önemlidir. “Beslenmenin kırmızı kitabı - Siz yediklerinizsiniz - Makrobesinler” kitabında vücut su ve yağ oranları konusu incelenmiştir. Ayrıca obezite (şişmanlık) beslenmesinde de bu konu incelenecektir.

Mikrobesinden zengin, düşük kalorili (Besin/kalori oranı yüksek ) diyet

Diyabet hastalarında önerdiğim bu diyet, kan şekeri düzenlenmesini ve şekerin yükselmesini sağlayan mekanizmaları durdurma ve hücrelerin içine şeker girişini kolaylaştırmaktadır. Bağışıklık sisteminin de devreye girdiği bu durumlarda uygulanan beslenme ve tedavi planı, diyabet hastalığınızda olumlu sonuçlara sebep olacaktır.
Bu diyetin ilkeleri şunlardır.
1- Fiziksel, kimyasal, mikrobiyolojik ve radyoaktif bakımdan temiz, taşıyıcı özelliği ve yüzey gerilimi uygun, kafes yapısı düzgün, minerallerden zengin, asidik ortamı  düzelten, hücre içine geçebilme özelliğine sahip, elektromanyetik özelliği vücut ile uyumlu olan sağlıklı sudan hastanın durumuna bağlı olarak su içilmesi. Hastaların durumu, günde 3-5 lt su içilmesini gerektirmektedir. Su ile beraber Himalaya tuzunu da vermek tedavide fayda sağlayacaktır.
2- Kalori kısıtlanmalıdır. Burada dikkat edilecek en önemli ilke, yaşamı sağlayacak en düşük kaloriden daha fazla ama boy-kilo oranı, vücut yağ miktar ve yüzdesine bağlı olarak ideal kiloda kalmayı sağlayacak kaloriyi vermektir. Kişinin günlük işi de kalori hesabına dahil edilir.
3- Kaloriyi oluşturan öğeler, dikkatle değerlendirilmelidir. Yağ, karbonhidrat ve protein oranları, miktarları ve kaynakları diyabetik hastanın o anki durumu, şeker regulasyonu ve eşlik eden hastalıklara göre değişir.
4- Omega-3, diyette en önemli maddelerden biridir. Yüksek dozda verilmelidir.
5- Liften zengin beslenme önerilir. Lif içeriği, hastanın durumuna göre belirlenmelidir.
6- Vitamin, mineral ve diğer mikrobesin gereksinimleri karşılanmalıdır.
7- Doğal, taze, organik ve ekolojik yetiştirilen sebze ve meyveler tercih edilmelidir.
8- Mevsime uygun beslenme gerekir.
9- Gıdaları hazırlama yöntemi önemlidir.
10- Yemek zamanı ve iki yemek arası zaman önemlidir.
11- Her öğündeki protein, yağ ve karbonhidrat miktarı kişinin günlük faaliyetine göre düzenlenmelidir.
12- Eşlik eden hastalıkların beslenmesi için gerekli noktalar da hesaba katılmalıdır.

Düşük karbonhidratlı diyet

Karbonhidratların kısıtlandığı bir diyettir. Genellikle şişmanlığın tedavisinde kilo kontrolu için ve diyabetten epilepsiye kadar uzanan geniş bir yelpazede kullanılır.
Sindirilebilen ekmek, makarna gibi karbonhidratların yerine yüksek proteinli ve yağlı gıdalar konur. Bunlar et, tavuk, balık, kabuklu deniz ürünleri, yumurta, peynir, kuruyemiş, yer fıstığı ve soya ürünleridir. Ya da karbonhidratlar yönünden fakir diğer gıdalar verilir. Bunlar da salata, sebze ve meyvelerdir.
Karbonhidrat bakımından fakir diyetler çeşitlidir ve tam bir düşük karbonhidratlı diyetin tanımı hala belli değildir. Fakat sonuçta insülin üretimi azalır ve enerji kaynağı olarak glikoz yerine ketonlar kullanılır.  Proteinden zengin beslenmenin karaciğer hasarına ve yağlardan zengin beslenmenin ise kalp hastalıklarına sebep olduğu bilindiğinden ketozisten korkulur. Diyabetik olanlarda; glukoneogenez ve keton metabolizması düzenlenmesi bozuk olduğundan biraz daha dikkat gerektirir. Eğer mikrobesinlerin ve sağlıklı suyun önemini biliyor ve bunları diyette kullanıyorsak, bu problemler çok hafif olarak geçecektir.
Düşük kan şekeri, pankreasdan glukagon hormonunun salgılanmasına neden olur. Glukagon, karaciğerde glikojenin glikoza dönüşümünü ve kana verilmesini sağlar. Beyin, yağ asitlerini enerji kaynağı olarak kullanamaz. Karaciğerde yağ asitleri keton haline çevrilir. Proteinlerin glukoneogenezis denen işlemle glikoz haline çevrilmesi ve yağ asitleri ile keton cisimlerinin kullanımı ile diyetteki karbonhidrat açığı kapatılır.
Düşük karbonhidratlı diyet derken herkesin anladığı farklı olabilir. Gerçekte sonuçları da birbirinden farklı olan birkaç farklı tür diyeti tek bir ad altında toplamak, hem karışıklığa yol açmaktadır, hem de hem de bazı diyetler aleyhine haksızlık ortaya çıkmaktadır.  
Bazı soruları sorunca ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.
-Karbonhidratları kısıtlıyoruz da hangi özelliktekileri kısıtlıyoruz? Nişasta içerenleri mi? Glisemik indeksi yüksek olanları mı? Glisemik yükü fazla olanları mı? Sindirilmesi kolay olanları mı? Fiber içermeyenleri mi?
-Hangi kaynaktan gelen karbonhidratları kısıtlayacağız? Düşük karbonhidratlı diyet derken, bazıları sebze ve meyveyi dahi kısıtlamaktadırlar. Bazıları da sadece tahılları veya baklagilleri kısıtlarlar.
-Karbonhidratları kıstlarken kaloriyi de kısıtlıyor muyuz? Kısıtlıyorsak hangi oranda kısıtlıyoruz? Kişinin bazal metabolizmasını karşılayan kaloriyi veriyor muyuz? Yüzde veya miktar olarak kısıtlama söz konusu olabilir. Yüzde olarak kısıtlanır ama kalori fazla kısıtlanmazsa sonuçta alınan karbonhidrat miktarı düşük olmayabilir. Ya da kalori kısıtlanır ama yüzde olarak fazla kısıtlanmazsa karbonhidrat miktarı gene düşük olmayabilir.
-Diyelim ki kalori ve yüzde açığı oluştu. Bu açığı proteinlerden mi, yağlardan mı karşılayacağız? Proteinlerden karşılayacaksak, bitkisel veya hayvansal kaynaklardan hangisini seçeceğiz? Yağlardan karşılayacaksak hangi yağları seçeceğiz veya hangi yağlardan kaçınacağız? Bunların miktar ve yüzdeleri ne olacak?
-Bu diyeti uygularken vitamin, mineral ve diğer mikrobesinleri verecek miyiz? Vereceksek hangi kombinasyonlarda, hangi miktarlarda ve nasıl vereceğiz?
-Bu gıdaları yemeklerimizde kullanırken nasıl hazırlayacağız? Haşlama, buğulama, kızartma, zeytinyağlı vb.
Bunun gibi daha pek çok soru olabilir. Amacım burada size bir vizyon verebilmek. Birbiri ile aynı gibi gözüken ama sonuçları belki de tamamen zıt olan bir çok diyet mevcuttur. Siz bir tanesi yaptığınızı zannederken, farkına varmadan farklı bir diyeti yapıyor olabilirsiniz.
Ben diyette göreceli olarak karbonhidratları kısıtlarken, kaloriyi de kısıtlıyorum. Karışıklık olmaması amacıyla uyguladığım diyete mikrobesinden zengin, düşük kalorili diyet veya besin/kalori oranı yüksek diyet diyorum. Bu diyetin alkali ortamı sağlamak, toksinleri uzaklaştırmak, dolaşımı ve metabolizmayı düzenlemek gibi özellikleri de vardır. 

DİYABET HASTALIĞINDA BESLENME

“Sağlıklı bir kişi beslenirken neler yemeli veya prensipleri nedir?” sorusuna birçok yanıt verilebilir.  Peki “Şeker hastası nasıl beslenmelidir?” sorusu sorulduğu zaman genelde yanıt “Şekersiz beslenmek olmalıdır.” şeklinde oluyor. “Unlu ve tatlı gıdaları hayatımızdan çıkartmalıyız.”diyen var. Bazıları, kalp hastalığı riski artttığı ve tansiyon yüksekliği de olduğu için“ Yağsız ve tuzsuz  yemeliyiz.” diyorlar. Böbrek hastalığının gelişme riski yüksek olduğu ve proteinler de bu riski artırdığı için “Proteinden fakir beslenmek gerekir.” deniyor. Bir kısım kişi, diyabetik hastaların en az % 80’i şişman olduğu için “Kaloriyi de kısıtlamalıyız.” diyorlar.
Fakat bunların nasıl yapılacağı hala birer muamma. Gerçekte hangi diyeti uygularsanız uygulayın başlangıçta neredeyse hepsi kan şekerini düşürmeye yardımcı olur. Fakat bizim amcımız neydi? Bir alarm olan kan şekerini düşürmek mi, yoksa alarmın çalmasına neden olan olayı bulup çıkartmak mı? Eğer kan şekerini yükselten süreci anlar ve ona müdahale edersek sadece kan şekerini düşürmekle kalmaz, aksine hastalığın gidişatını değiştirebiliriz. Bizim de amacımız buysa, bu niyetimiz uyguladığımız diyete de yansımalıdır. Yani sabah kalkıp “Şu kadar şundan ye.”, “Şunu say.”, “Onun yerine bunu koy.”, “Bazen şunu yapabilirsin.”, “Arada bir şeyler atıştır.”, “Uzun süre aç kalma.”, “Fazla yeme.”, “Şu kan şekerini yükseltir.”, gibi öneriler ancak kan şekerini düşürür ama hastalığın gidişatını etkilemez. Hastalık ilerlemeye devam eder.  Bazı kaynaklar da “Şunu yersen kan şekerin düşer.” gibi bazı önerilerde bulunurlar.
Sizin amacınız ne? Aslında buradaki davranışınız farkında olmadan hayatınızın her alanını etkilemekte. Zaman çok önemli bir faktördür. Zaman geçtikçe keseden yiyiyorsunuz, demektir. Sorunu öteleyip kuvvetlenmesini beklemek, mücadeleyi kaybettiniz, demektir. Siz, sadece bunun farkında değilsiniz. Zamanında ve mümkün olduğu kadar erken ve gerçek müdahale önemli. Hastalığı sürümcemede bırakıp, kan şekerini düşürmekle oyalanmak boşuna. Tabi ki kan şekeri düşürülecek ama bu arada şekeri yükselten sürece müdahaleye başlamanız gerekiyor. Bu da beslenmenin gerçekten doğru yapılması ile oluşacaktır. 
Glikoz, hücrelerin yakıt kaynağıdır ve hücre içine girmesi için insülin gerekmektedir. Kan şekeri aşırı yükseldiği zaman vücut proteinleri ile reaksiyona girerek onları glikoziller. Yani yakar. Ütü sıcaklığı arttıkça, sizin cildinizi nasıl yakıyorsa, şekeri yüksekliği de arttıkça sizin organlarınızı ve damarlarınızı öyle yakar. Proteinlerin davranışı da değişir ve hastalık ilerler. Bu ürünlere kısaca AGE (İleri glikozillenmiş son ürünler) denir ve bu işlemi inhibe eden çeşitli maddeler vardır. Bunlar benfotiamin, piridoksamin, alfa lipoik asit, taurin, aminoguanidin, aspirin ve carnosin’dir.
Kan şekeri, yemekten sonra bir veya iki saat süreyle artacaktır.  Bu durumda, pankreas beta hücrelerinden insülini kana salgılar ve bu da glikozun hücre içine girmesine neden olur. Karaciğer ve kas hücreleri gerekenden daha fazla glikozu alır ve glikojen şeklinde depolar.
Şeker miktarı ne kadar fazla ise o kadar fazla insülin salgılanır. Fakat diyabetiklerde pankreasın insülin yapma yeteneği eksik ve insülin direnci olduğundan kan şekeri, orantılı olmayan bir hızda artar. O zaman alınan karbonhidratları azaltmak gerekir ki kan şekeri yükselmesin. Burada 2 ayrı problem karşımıza çıkar. Birincisi, karbonhidrat yerine ne konulacak? İkincisi ise, farkına varılmayan ve varıldığı zaman bile göz ardı edilen bir sorun. Pankreasdan en önemli insülin salgılatan madde, şekerdir. Zaten mevcut şeker düzeyi bile insülin salgılatamıyor. Bir de şeker düzeyi azaltılırsa, pankreas hiç insülin salgılayamaz. Burada bir paradoks var. Şekeri fazla verince kan şekeri yükseliyor. Az verince insülin salgılanamadığı için gene kan şekeri yükseliyor. Ağızdan kullanılan ilaçlar; glikozun yaptığı etkiyi yapmaya çalışır, şeker kullanmadan ve sonuçta kan şekeri yükselmeden yapıldığı için de tercih edilir. Fakat bizim amacımız kan şekerini düşürmek miydi? Eğer böyle ise kan şekeriniz düşecek ama hastalık ilerleyecektir. Kan şekeri yükseldiği halde neden insülin salgılatamıyor? Yanıt: Pankreasta da insülin direnci var ve ayrıca pankreasın insülin yapma ve salgılama yeteneği azalmış durumdadır. Bu sorunu çözmemiz gerekiyor. Yoksa yüksek insülin düzeyleri, yağ depolanması ve kilo alımına neden olur.   

İnsülin direnci

SİZ YEDİKLERİNİZSİNİZ - MAKRO BESİNLER kitabında önemini vurguladığım gibi yağlara kalori gözüyle bakılması en büyük hatadır. Esas görevi bağışıklık sisteminde olan yağların diyetten çıkarılması, pek çok problemin başlangıç noktasıdır. Bir çok kişi geldiğinde doğrusunu yaptığı zannıyla “Yağ yemiyorum. Neden hasta oluyorum?” diye soruyor. Oysa yanıtı sorusunun içinde gizli. Doğrusunu yaptığına inancı o kadar büyük ki, hatasının farkına bile varamıyor.
 Oysa günümüzde en büyük sorun, insülin direncidir (IR). IR, insülinin kan şekerini düşürmede daha az etkili olduğu fizyolojik bir durumdur. Kan şekerinde artışla sonuçlanan bu durum istenmeyen sağlık etkilerine neden olabilir. İnsülin direnci geliştiğinde açlıkta insülin düzeyi düşmez ve yüksek kalır.
Başlangıçta yağ dokusunda insüline karşı direnç yoktur ve fazla şeker, yağ olarak depolanır. Bu durumda selektif insülin direncinden söz edilir. Kişiler kilo almaya ve mevcut kilolarını verememeye başlarlar. Yaşla ve devam eden süreçle birlikte direnç daha da artar ve göbekte yağlanma ile karakterize elma tipi bir şişmanlık olmaya başlar. Kas ve yağ hücrelerinde insülin direnci, hücreye glikoz alımını azaltır.
İnsülin direncine bağlı yüksek insülin ve glikoz düzeyleri, metabolik sendromun önemli bileşenleridir. 
Metabolik sendromun klasik klinikopatolojik tablosunda, 
şişmanlık, tip 2 diyabet,  hipertansiyon, lipid profili bozukluğu (LDL yüksekliği + HDL düşüklüğü + trigliserid yüksekliği), ateroskleroz, hiperürisemi, enfeksiyon dışı CRP yüksekliği, enfeksiyon dışı fibrinojen ve sedimantasyon artışı, kronik yorgunluk, depresyon ve osteoporoz gibi çok sayıda klinik ve laboratuar semptomlar ve bulgular mevcuttur. 
İnsülin direnci, başlangıçta pankreasdan daha fazla insülin salgılanmasına neden olur. Bu kompensatuar artışın sonu vardır ve bu noktada kan şekeri düzeyleri artar ve tip 2 diyabet ortaya çıkar.
İnsülin direnci, insanlığın bugüne gelmesini ve atalarımızın hayatta kalmasını sağlayan bir durumdur ve hayat kurtarıcıdır. İnşallah önümüzdeki yıllarda gerek kalmaz ama uzun süreli açlık durumlarında enerjinizin korunmasını sağlayacak olan, gene insülin direncidir. Oysa günümüzde sürdürdüğümüz yaşam ve beslenme tarzı ve hareketsizlik, insülin direncinin pek çok hastalığın kaynağı olmasını sağlamaktadır.
Yaşadığımız çağda insülin direncinin gelişmesi, engellenmelidir. Bunun için insülin düzeylerinin artmasının önüne geçilmelidir. Karbonhidratlardan zengin gıdalar, insülin düzeylerini artırarak metabolizmayı olumsuz etkilerler. Zengin karbonhidratlı diyetin bir defa veya seyrek ve düzensiz alınması, önemli değildir ama bu diyet planı, düzenli, sürekli ve uzun süre uygulandığında insülin direnci gelişecektir. İnsülin direncinin gelişmesi, insülini etkisiz hale getirecek, glikoz hücre içine giremeyecek ve kan şekeri yükselecektir. İnsülin direnci, kilo almada kolaylığa ve kilo vermede zorluğa sebep olur. Fakat fazla kilolu olmayan, zayıf kişilerde bile insülin direnci olabilir. Bana göre en risk altındaki kişiler de bunlardır. Zira şişman insanlar gözle görünür. Hem kendileri, hem yakınları, hem de doktorlar önlem alma gereğini duyarlar. Oysa zayıf kişi ve yakınları durumun farkında olmadıkları gibi, çoğu zaman doktorlar da hastalığı atlayabilirler. Hatta kişiler zayıf oldukları ve kilo almadıkları için bol bol yanlış beslenmeye devam eder ve teşvik edilirler.
Yenilen gıdalarda en çok dikkat edilmesi gereken nokta, kalori ve besin değerinin orantılı olmasıdır. Kalorisi yüksek, besin değeri düşük gıdalar, az miktarlarda alınsa bile metabolizmanın bozuk çalışmasına ve insülin direncinin gelişmesine neden olur. Vitamin D eksikliği de insülin direnci ile birliktedir. Kalorisi düşük, besin değeri yüksek gıdalar ise, fazla yenseler bile, kilo almaya neden olmadıkları gibi metabolizmanın daha iyi çalışmasına yardım edecek ve mevcut insülin direnci bile düzelecektir. Soya ürünleri, omega-3, az proteinli gıdalar, fındık, yağsız mandra ürünleri (konjuge linoleik asit içerenler), az miktarda alkol, lifli besinler, tarçın ve kafein insülin direncini iyileştiren maddeler olarak ön plana çıkarlar.
Genetiğin çok önemli olduğu bir durumda, doğru beslenerek daha sağlıklı olacaksınız. 

Diyabet hastalığında kür sağlama

Diyabet hastalığında kür denilen tam tedavisinin olmadığı, ancak kan şekeri yükselmelerini kontrol ederek, komplikasyonların ve organ hasarlarının önlenebileceği veya şiddetinin azaltılabileceği düşünülmektedir. Düşünce bu olunca, bilgi eksik ve diyabetin düzelebileceğine olan inanç yetersizse, dolayısıyle amaç da kan şekerini normal seviyelerde tutmaya çalışmaktan öteye gidemez.
Benim görüşüm, kürün sağlanabileceği şeklindedir. Olaya çeşitli noktalarda müdahale etme şansına sahibiz. Fakat, öncelikle bakış açısını değiştirmemiz gerekir. Uğraşmamız gereken ana konu, kan şekeri düşürmek değil, yükselmesini sağlayan mekanizmaları, altta yatan nedenleri ve süreci anlamaktır. Bunlar anlaşıldığı takdirde ve altta yatan nedenleri saptamada ne kadar derine inebilirsek, kür sağlamada da o kadar başarılı olunur. O kadar ufak noktalar başarıyı getirmektedir ki, bunlar, belki, her zaman gözümüzün önünde duruyorlar ve bu faktörler söylendiğinde alınan yanıt “Bunu ben biliyordum.” olacaktır.
Son yıllarda doğal olmayan beslenme tarzını, farkına varmadan veya çaresizlik içinde uygulamamız sonucu, diyabet hastalığı, hızlı bir artış göstermektedir. Beslenmenin doğru olması için, genetik yapımıza uygun olması gerekmektedir. Yeterli ve dengeli beslendiğini sanan bir çok insan doğru beslenmiyor olabilir. CRS (Cell regulasyon sistemi) ile yaptığımız metabolizma değerlendirmesi sonucu mikro besinlerin önemini ve diyetteki yetersizliğini daha iyi anlama şansına kavuştuk. Başka bir kişi ile kıyasladığınızda, siz fazla vitamin ve mineral alıyor gibi gözükebilirsiniz ama kendinizle kıyasladığınızda gerekenden az alıyorsunuzdur.

Diyabetin komplikasyonları

Akut komplikasyonlar
·         Diyabetik ketoasidoz
·         Hiperozmolar koma
·         Hipoglisemi (Şeker düşüklüğü)
Kronik komplikasyonlar
·         Mikrovasküler (İnce ve küçük damarlar ile ilgili)
o   Retinopati (Göz dibi ile ilgili)
o   Nefropati ( Böbrekler ile ilgili)
o   Periferik otonom nöropati (Sinirler ile ilgili)
·         Makrovasküler (Büyük damarlar ile ilgili)
o   Koroner kalp hastalığı (Kalp hastalığı ile ilgili)
o   Serebrovasküler hastalık (Beyin damarları ile ilgili)
o   Periferik arter hastalığı (Bacak damarları ile ilgili)
·         Diğer
o   Enfeksiyonlara azalmış direnç
o   Katarakt
o   Glokom
o   Gecikmiş yara iyileşmeleri
o   Deri değişiklikleri
o   Karaciğer yağlanması

Hamilelik diyabetinde idare

Önce beslenme planı düzenlenir. 
İdeal kilosu başına 25-35 kcal, % 40-55 karbonhidrat, % 20 protein ve % 25-40 yağ şeklinde planlanır. Kalori 3 ana ve 3 ara öğün şekinde verilir. Tedavinin amacı kilo kaybettirmek değil, açlık ve yemek sonrası kan şekeri yüksekliğini önlemektir. Açlık kan şekeri 90-100 veya 1. saatte 130 veya 2. saatte 105 mg/dl’yi aşarsa, insülin tedavisi düşünülmelidir. 
Benim burada değişik bir yaklaşımım daha var. Tabi ki kan şekeri bu değerlerin üzerinde ise insülin tedavisi ön planda düşünülmelidir. Ancak ben, fetusun gelişimini esas alıyorum. Bunun için gerekirse diyet veya diyet önerilen durumlarda bazen insülin önerebiliyorum.
Anne karnında bebeğin ağırlığını sağlayan ana hormon insülindir. Yani fetusun anne karnında iken büyümesini sağlayan insülin hormonu fazlalığı veya azlığını dolaylı yoldan anlayabiliriz. Fetusun gelişimi, beklenen normal gelişiminin üzerinde ise kan şekeri yüksek bile olsa, insülin vermeden kalori kısıtlaması hem anne, hem de fetus sağlığı için gereklidir. Oysa fetus ağırlığı azsa, annenin şekeri ne kadar düşük olursa olsun ve diyetle kontrol edilsin, mutlaka insülin vermek ve alınan kalori miktarını artırmak gerekir. Bugüne kadar burada yapılan yanlışlığa bağlı pekçok düşük gördüm. Zira sadece annenin kan şekerine odaklanılıyor. Diyet veriliyor, kan şekeri düşüyor ve bebek de düşüyor. Çünkü, fetus gelişemiyor. Oysa diyetle kan şekeri düzenlenebilse bile, insülin ile beraber fazla kalori vermek daha uygun olacaktır. Bu durumda fetus gelişimi normale dönüyor, kan şekeri düzeliyor ve beklenen sağlıklı doğum gerçekleşiyor. O nedenle insülin ve diyet tedavisinde kararı vermemi sağlayan ana nokta, fetusun ultrasonla ve bir kadın-doğum uzmanı ile beraber izlememdir. 

Tip 2 diyabet hastalığında idare

Şeker hastalığı kronik, hayat boyu devam eden ve ilerleyici vasıfta bir hastalık olarak kabul edilir. Tip 2 diyabet hastalığında hastanın idaresi yaşa göre değişir. Pankreas beta hücrelerinin harabiyeti, yaşla arttığından insülin üretimi azalır. Ayrıca yağsız doku kaybı olur ve insülin direnci artar. Karın içi yağ dokusu arttığından dokuların insüline duyarlılığı azalır. Hastalar yaşlandıkça tedavi amacı değişmeli ve bireyselleşmelidir. Sağlık durumu, beklenen yaşam süresi, hastanın uyumu ve hastalığın evresi ve ilave hastalıklar hesaba katılmalıdır. Bunun için de yapılanlar şu şekilde olmalıdır.

-Diyet değişiklikleri
-Egzersiz
-Uygun tedavi
-Eşlik eden diğer sorunların tedavisi (Sigara içmek, yüksek kolesterol, şişmanlık, yüksek kan basıncı vb.)
-Hasta ve yakınlarının eğitimi

Hastaları takip ederken açlık kan şekeri bize fayda sağlamaz. Hastalığın gidişatını belirlememize yarayacak şeker ölçümünün saati, öğle yemeğinden 3-4 saat sonra, saat 15.30-16.30 arasıdır. Açlık kan şekeri, karaciğerin glikozu kana vermesi ile ilgili bir durumdur. Hastalığın ilerleyen yıllarında glukoneogenez ve glikojenoliz bozulduğu için hastanın diyabet hastalığı ilerlese bile sabah açlık kan şekeri düzeyi düşük kalacaktır. Bu da hastayı ve doktoru yanıltacaktır. Ayrıca normalde hiç kimse hayatını 10-12 saatlik açlık ile geçirmemektedir. Zaten diyabet hastası 12 saati bırakın 4-5 saat aç kalsa veya az yese sorunların çoğu azalır. Oysa gün içinde insanlar, farkına bile varmadan devamlı atıştırmaktadırlar. Atıştırmasalar bile en geç 3-4 saatte bir bir şeyler yemek ihtiyacı duymaktadırlar. Dolayısı ile sabah açlık kan şekeri gerçek metabolizmayı yansıtmaktan uzaktır. Oysa öğleden sonra akşama doğru yapılan kan şekeri ölçümü metabolizmayı ve hastalığın gidişatını daha iyi yansıtacaktır. Ayrıca ilave olarak, 2-3 ayda bir yapılacak glikolize hemoglobin düzeyleri de iyi bir yol göstericidir.
Diyabet hastası bir çok parametre ile takip edilmelidir. Eşlik eden diğer hastalıkların durumu, böbrek ve karaciğer fonksiyonları vb. Bunları konunun içine almadığım için, gerekmiyor, diye düşünülmesin. Hastanın durumuna ve doktorun değerlendirmesine göre pek çok tetkik istenebilir. Tedavi başlangıcında ve özellikle insülin ile tedavi planlandığında günde bir kaç defa, aç ve tok, sabah-akşam, insülin öncesi kan şekerleri ölçümü yapılır. Kan şekeri düzenlendikçe şeker ölçüm sıklığı azalır. Takip ederken ve gidişatı belirlerken ise HbA1C ve tokluk kan şekeri önem kazanır. Yılda bir defa 24 saatlik idrar biriktirilerek böbrek fonksiyonları da değerlendirilmelidir.

Diyabet riski altındaki kişiler

1-VKİ 25 kg/m2 üzerinde olanlar
2-Bel çevresi 93 cm üzerinde olan erkekler ve 82 cm üzerinde olan kadınlar
3- 45 yaş üstü olanlar
4-Birinci derecede akrabalarında diyabet olanlar
5-İnaktif yaşam tarzı olanlar
6-İri bebek doğuranlar
7-Hamilelik diyabeti geçirenler
8-Doğum kilosu 3000 gr altında olanlar
9-Doğum kilosu 4000 gr üstünde olanlar
10-6 aydan, özellikle 3 aydan daha az anneden meme emenler
11-Tansiyonu yüksek olanlar
12-Trigliserid değeri 250 mg/dl’den yüksek olanlar
13-HDL kolesterol 35 mg/dl den küçük olanlar
14-Polikistik over sendromu olanlar
15-Bozulmuş glikoz tolerans bozukluğu olanlar
16-Bozulmuş açlık glikozu olanlar
17-Damar hastalık öyküsü olanlar
18-Hızlı kilo alanlar
19-Uzun süre aktif spor yapıp aniden sporu bırakanlar
20-Karaciğer yağlanması olanlar
21-Beslenme bozukluğu olanlar
22-Pankreas rahatsızlığı geçirenler
23-Hipertiroidisi olanlar
24-Hormonal rahatsızlığı olanlar
25-Potasyumdan fakir beslenenler veya potasyum kaybettiren ilaç kullananlar
26-Magnezyum eksikliği olanlar
27-Kortizon tedavisi görenler
28-Aşırı alkol kullananlar
29-Ani ve hızlı zayıflayanlar

Hamilelik diyabeti tanısı (Tip 3 diyabet)

Genellikle 2. ve 3. trimestrde plasental laktojen hormonun (HPL) insülin direncini artırdığı dönemde olur. Kanda insülin fazla olmasına rağmen, karaciğerden glikoz yapımı azalacağına artmaya devam eder. Bu da karaciğer hücrelerinin insülin direncine sahip olduğunu gösterir. Lipoliz denen yağ yıkımı ve sonuçta kanda serbest yağ asitleri artar. Bu durum, kasların glikozu kullanmasını daha da bozar. İnsülin direnci; progesteron, kortizol ve prolaktin ile de ilgilidir.
Hiperglisemi, ağır olmamasına rağmen, fetusun ölümüne ve sakatlığına neden olabilir. Bilginin az olması ve kan şekeri yüksekliğinin önemsenmemesi, bu sonucu hazırlar. Oysa glisemi yüksekliği fazla olmasa bile, gerekirse insülin tedavisi düşünülmelidir.
Tanı koymak için hamileliğin 24-28. haftalarında kan şekeri ölçülür. İki ayrı yöntem vardır. Ya standart 75 gr lık OGTT veya 50 gr ile taramanın ardından 100 gr lik OGTT yapılır.
                                   75 gr lık OGTT
Açlık
1.saat
2.saat
<95 mg/dl
180 mg/dl
155 mg/dl
İkinci yöntemde ise; ilk önce rastgele 50 gr glikoz ile tarama yapılır. Açlıkta yapılan testte 130 mg/dl ve toklukta 140 mg/dl üzeri değerler saptandığında, 3 saatlik 100 gr OGTT uygulanır. Sonuçlardan biri anormal çıkarsa, test 1 ay içinde tekrarlanır.
           
                                   100 gr lık OGTT
Açlık
1.saat
2.saat
3.saat
95 mg/dl
180 mg/dl
155 mg/dl
140 mg/dl
Görüldüğü gibi hamilelik diyabeti demek için gereken değerler, hamile olmayan kişilerden daha düşüktür. Bu durumu bilmeyen pek çok kişi, diyabet tanısını koyamamakta ve doğum anomalilerine sebep olmaktadır. Pek çok diyabetik gebeden duymaktayım. “Açlık kan şekerim 110 mg/dl, tokluk 2.saat şekerim 170 mg/dl.” diyorlar. Öneri olarak bugüne kadar bu hamilelere ne dendiğini tahmin edersiniz? “Kan şekerin fazla yüksek değil, sorun yapma.” Sonuç ne oluyor?, dersiniz. Sakat doğumlar ve uzun sürecek bir mücadele. Hamilelerin 95 açlık şekeri, hamile olmayan kişilerin 126 açlık şekerine, 155 olan 2.saat şekeri de 200’e eşdeğerdir.